Perşembe, Nisan 18, 2024
Ana SayfaAbide ŞahsiyetlerKenan RifâîÂile Fertlerinin ve Talebelerinin Gözüyle Ken'an Rifâî

Âile Fertlerinin ve Talebelerinin Gözüyle Ken’an Rifâî

“Bütün renklerin birleşmesinden beyaz renk zuhur ettiği gibi, bütün seslerin birleşmesinden hâsıl olan sadâ da Hû sesidir.” Hz.Ken’an Rifâî

Âile Fertlerinin ve Talebelerinin Gözüyle Ken’an Rifâi

Kâinat BÜYÜKAKSOY’un Kelimeleriyle
Babama dâir

Babam dışarıda olduğu kadar, âilemizin arasında, evimizin içinde de son derece zarif, esprili, güler yüzlü, evlâtlarına düşkün; bizlerin en önemsiz problemleriyle dahi yakından alâkadar olup, hatalarımızı bizlere azarlayarak ihtâr etmez, hikâye ve misâllerle bize bildirmeye gayret gösterirdi.

Bana her sene günlük tutabileceğim bir not defteri hediye ederdi.

Bir seferinde defteri açtığımda, şu satırları buldum:

Kâinat sevsin seni istersen sen kâinat
Dâim Allâh’ını sev gāfil olma ondan hiç
Herkesi kalbinle sev incinme incitme sakın
Aczini bil dâima kibr ü gıybet etme hiç

Birisi, sebebini bilmediğim bir nedenle bana darılmış ve babama benden şikâyet etmiş. Babam da bana bir mektup yazarak, dargınlığın güzel bir şey olmadığını ifâde ettikten sonra şöyle yazmıştı: “Sen benim kızımsın, o kişi tesvilâta uyarak ne isterse yapsın… Bize düşen dâima tevâzû ve müdârâdır.”

Kâinat’ın babası Bak Kâinat’a ne demiş Bunları hâl eyleyesin Okudukça Kâinat
şeklindeki yazı, bizlere öğüt vermedeki zerâfet ve üslûbunu gösteren bir diğer misâldir. (Kızı- 6 Ekim 2003, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.90

Asiye Cenan BÜYÜKAKSOY’un Kelimeleriyle

Olmaz ilâç sîne-i sad-pâreme…
Büyükbabacığımı günlerce, aylarca anlatmama imkân yok… Bizden sonraki kardeşlerimizin, evlâtlarımızın istifâdesi için bu acîzâne vazîfeyi yapmak şerefini bana verdiği için Allâh’ıma teşekkür ediyorum…

Büyükbabacığımın, babaannemle olan hayâtından başlamak istiyorum… Babaanneciğim, Filibeli saatçi Ali Efendinin üç evlâdından en küçüğü olan Fatma… Üç kardeşten ağabeyi Hakkı Bey, ablası Ayşe Hanım, babaannem de Fatma Hanım olarak dünyâya geliyorlar… Güzel bir âile..

Filibe’ye gittikleri zaman, okul arkadaşı olan Hakkı Bey, gelişlerinden fevkalâde memnun ve mütehassis oluyorlar.

Kendilerine yakın olan bir evi tutuyorlar…

Annemin ağabeyi ve ablası evliler. Yalnız bekâr olan babaannem. Orada Vâlide sultanla görüşme imkânı olunca, babaannemi çok beğeniyorlar ve istiyorlar. Tabiî sultan’a hayır demenin imkânı var mı?.. Evleniyorlar…

Oturuyoruz… “Asiye’ciğim bana bir şarkı söyler misin kızım” dediler. “Hay hay efendim” dedim…

Biraz sonra, “Olmaz ilâç sîne-i sad-pâreme’yi söyler misin?..” dediler. “Hay hay efendim” dedim… Başladım söylemeye… Bitirmeden, büyükbabacığımın hıçkırık şeklinde ağladığını görünce, ben de ağladım. Kestik şarkıyı…

Odadakiler yanına gittiler. Ortalık biraz sükûnet bulunca, “Gel kızım buraya” dediler. Yanına gidince, “Beni affet” dediler. “Bu anneciğimin çok sevdiği şarkıydı. Onun için dayanamadım” dediler. (Torunu – Eylül 2003, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.91

Cemil BÜYÜKAKSOY’un Kelimeleriyle
Büyükbabama âit hâtıralardan bâzıları

Sene 1949, kış ayları… Vecihe ile iyi bir arkadaşlığımız var. Kendisi Ankara’da… Mektuplaşıyoruz. O yazdı mı, en az 6-7 sahife yazardı. Büyükbabamın özel hizmetindeyim. Bir ara annem Vecihe’den gelen kabarık bir zarfı bana verdi. Açıp okumama o anda imkân yoktu, pantolonumun arka cebine koydum.

Nasıl olduysa Büyükbabam gördüler ve: “O nedir?” diye sorduktan ve cevâbını aldıktan sonra:

‘Oğlum, insan sevdiğinin mektubunu arka cebinde taşımaz. Ancak kalbinin üzerinde taşır, hiç değilse oraya en yakın olan cebine koy…’ diye buyurdular. …

Sene 1950… Mart ayının 30’uncu günü. Sabahın erken saatinde Behîre halamı çağırdılar ve Ankara’da, mebus Rıfat Bey’e telefon edip kendisinden, kızı Vecihe’nin burada bir iki gün daha kalması için izin istettiler ve yine ‘Kızınız Vecihe’yi oğlum Cemil ile nikâhlamak istiyorum. Rıfat Beyefendi rızâ gösterirler mi?..’ diye sordurttular.

Rıfat Beyin cevabının ‘Ne demek efendim, emirleri başımın üzerindedir, bu birleşme bana hem şeref hem de saâdet verir’, olduğunu halam iletti. O zaman bana: ‘Cemilo hazır ol!.. Yarın nişan-nikâhın olacak inşâallah, hazır ol…

Fazla da herkese dallandırıp budaklandırmayın…’ buyurdular.

31 Mart 1950… Cuma. Anneannem benim giyeceklerimi getirdi. … Derken, kendisi Vecihe ile beni çağırarak oturttular ve: ‘Çocuklar bugün sizin neşeli bir gününüz, herkes sizi kutluyor ve hediyeler veriyor… Benim de size bir çift hediyem var.

1. İlk hediyem şu ki; herkese, onların akıl seviyelerinden hitâb edin… Kendi seviyenizden değil.
2. İkincisi de; her ne oluyorsa, etrâfınızda olsun, sizden olsun, size karşı olsun.

Yâni, dünyâda olan her hâdiseyi, her türlü oluşu ‘Hah işte bunu ben böyle istiyordum’ diyerek ve hakîkaten kalbinizle de bunu tasdîk ederek râzı olun… İşte benim de size nikâh hediyem bunlar…’ buyurdular. …(Torunu, Ağustos 2003, Kanada)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.9

Ayşegül KAYTAZ ‘ın Kelimeleriyle
Büyükbabamla yaşadığım hâtıralardan bâzıları

Kendileri, ‘Herkes bana gönlünce bir isimle hitâp ediyor. Ya sen ne diye bana hîtâp edeceksin?..’ diye, ben küçükken sormuşlar. ‘Aşkım…’ demişim. Cevaben: ‘Ben herkesin aşkıyım, sen aşkım dersen, sâdece kendine hasretmiş olursun. Bana Aşkam de… Ben de sana Aşkam derim’, buyurmuşlar.

Her sabah odalarının kapısını vurup ‘Aşkam…’ diye seslenirdim. İçeriden de ‘Aşkam…’ diye cevap gelirdi, içeriye girerdim. Hemen ‘Mevlâye salli ve sellim’ ilâhisini okurdum.

Bu durum ortaokulda hazırlık okurken de devam etti. Yatılı okuduğum için Kendileri’ni ancak hafta sonlarında ziyaret edebiliyordum. …

İhvandan Melek anneye her gidişlerinde, beni de elimden tutup götürürlerdi. Bir gün gene oraya giderken, ben seke seke yürüyünce ‘Neden böyle sekiyorsun Aşkam, ayağın mı acıyor?’ diye sordular…

‘Gölgenize basmamaya çalışıyorum Efendim’ dedim. ‘Aşkam, bilir misin, o senin basmaya çekindiğin, gölgenin de gölgesidir. Yâni bizim varlığımız, sâdece esmâ cihetiyledir.

Biz sâdece isim ve resimden ibâretiz. Yâni gölgeyiz, bizden yere akseden de, gölgenin de gölgesidir. İşte, ancak zât olmazsa gölge de olmaz. İnsan yaradılış itibâriyle yok, Allâh’ın tecellisi itibâriyle vardır’, buyurdular. …
(Torunu- Ağustos 2003, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.95

Alican GÜRSOY’un Kelimeleriyle
Şeref Tâcı

Sû-i niyet (kötü niyet) ve sû-i tefehhümden (kötü algılayış) sıyrılmak için Dedem Ken’an Rifâî’nin hayat görüşünün önemi inkâr edilemez. O, iyi niyetli vefâkâr insanların oluşmasında örnektir. Âile ve iş hayâtında, çalışkan, feyizli, yaşama gücü dolu şahsiyetini örnek alanlara ne mutlu.

Rahmetli Dedem’in tuttuğu ışık, kazandığı mânevî cevher, ortaya koyduğu şuurlu îmân ve insan hayâtı, torunlarının şeref tâcıdır. (Torunu-Mart 2004, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.96

Kenan GÜRSOY’un Kelimeleriyle
Yok – var olmak

Ben O’nun vefâtından altı ay kadar sonra doğduğumdan, kendisini görebilmek mutluluğuna erişemeyen, en küçük torunuyum. Ama, O’nun mânâsını kazandırdığı evi ve âilesi ortamında, O’nun yetiştirdiklerinin elinde ve hep O’nun şahsiyetini örnek alarak büyüdüm. Gördüm ve bildim ki, yokluğu O’nun varlığını hissetmeme engel değilmiş. Dahası anladım ki, çizdiği ve yaşadığı yolun “şânı” yine kendi ifâdesiyle söylenecek olursa “yok-var olmakmış”.

Öyle bir “yok-var olan” ki, hayâtımın bütün kademelerinde müessir: Aldığım eğitim, gördüğüm öğrenim, seçtiğim meslek, yürüdüğüm yol, olduğum insan, hep O’nunla ve O’ndan. … (Torunu- Mart 2004, İstanbul)
İsmet Binark, Dost Kapısı, 2004, s.97

SEMÎHA CEMÂL’in Kelimeleriyle

Ziyankârlığı, isrâfı, lüzumsuz, beyhûde sarfiyâtı sevmezdi. İhtiyaç için sarfedilen her şeyi zarûrî, tabiî bulurdu. Hayatta sâdeliği severdi.

Kimseye yük olmak istemezdi, hattâ bâzı küçük hizmetlerini yaptırmaktan bile çekinirdi. Emâneti, üzerine titreyerek muhafaza edilmesini isterdi. Meselâ, kirâ ile oturulan Emirgân’daki yalının kapılarının hızla vurulmamasına ve bahçedeki ağaç dallarının kırılmamasına son derece dikkat ederdi.

Sû-i zannı sevmez, biz dâima hüsn-i zan ile mükellefiz der ve ilâve ederdi: ‘Eğer sû-i zan ettiğin kimsenin niyeti güzel ise sen kaybedersin. Eğer kötü ise o da, Rabbi ile kendi arasındadır, bize ne düşer?.. Hareketlerin ve sözlerin dâima hüsn-i tefsir edilmesini isterdi.
Vermekten o kadar zevk alırdı ki, her gün avucuna bir şeyler doldurup yakınlarına ve çocuklara dağıttığı görülürdü.

Başkalarının zevki ve rahatı ile zevklendiği için, karşısındaki bir şeyden zevk alır veya rahat ederse, kendisi ondan ziyâde memnun olurdu. ‘Memnun bir kalbi görmek, bana ne kadar sevinç verir’, derdi.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.81

SÂMİHA AYVERDİ’nin Kelimeleriyle

İlâhî irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken’an Rifâî’yi anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiği kadar seyreden bir nöbetçiden farkı yoktur.
Niçin mi?..

Kulaçlamakla sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samîmiyet âbidesi, insan idrâkinin zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini, akılları durduracak ölçüde etrâfına saçtığı için, anlatılması ve anlaşılması güç, belki de muhâldir.

İlmine, fazlına, fazîletine, maddî mânevî asâletine rağmen, bu iddiâsız, sâde, şatafatsız büyük velî, kendisine ilticâ edenlerin, maddî mânevî yardım bekleyenlerin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, ferâgatini, tevâzuunu, vefâsını, sabrını, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde toplayarak etrâfına sunmuştur.

Öğrettiği, tâlim ve tedris ettiği iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve katı üniformalar içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâfına göstermiştir.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.36

SAFİYE EROL’un Kelimeleriyle

O, cemiyetimizin müşahhas hayâtı, müşahhas hakîkati gibiydi. Sosyal insicâmın şebekesini ne dereceye kadar tanırdı diye sorulursa: Bir dokumacının kendi tezgâhındaki dokumayı tanıdığı kadar tanırdı.

O, tabiatın ancak gerçek âşıklara âyân olan şifresini okuyarak böyle bir tabiat zemini üzerinde insanın nasıl ve ne üslûpla yerleşmesi lâzım geleceğini takdir etmiş kuruculardandı.

Zaman ve mekâna elverişli normları îmâl edenlerdendi. Beşer kaderinin ana rotasını bildiği için ferdî mukadderat yollarını da yekten görürdü…

Hocam Ken’an Rifâî… Mistik adam, sırrı görmüş, sırrı yaşamış, sırra katılmış adam.
Sırrı beşer plânına çıkarmış, hikmete çevirmiş, cemiyete zerk etmiş insan… Hakîm adam.
Bütün yaptıklarını dîn-i mübîn dâiresinde yapan büyük İslâm şeyhi, halkı irşât eden terbiyeci, yâni mürşit; yolunun îcaplarına, cemiyet bünyesine, insan rûhuna tam bir vukufla âgâh olan mürşid-i âgâh.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.71-72

SOFİ HÛRİ’nin Kelimeleriyle

Hakîki büyüklüğün sırrına ermiş uluların müeyyidesini şahsında yaşatan bu büyük insan, cins ve mezhep zincirlerini kırıp insanı insan olarak, hilkat sırrına mazhar ve Cenâbı Hakk’ınh kâinat manzûmesinin birer cüz’i olarak görmüş ve ona göre muâmele edilmesini öğretmiştir

Asırların ötelerinde yaşıyan şahsiyetlerin özlerini rûhunda taşıyan Ken’an Rifâî, bu özün derinliklerinden aldığı hayatla yaşıyordu. Onun gāyesi, insanların kalbine Allah îmânı akıtmak, kâinatın sevgi ile dolu olduğuna onları inandırmaktı…

Bu dünyâyı bir zaman için ziyâret ettikten sonra yine aslına avdet eden büyük kıymetler elbette ki ölümsüzdürler. Onlar gönüllerde ve asırların bağrında ebedîyen yaşarlar. Ebedîyete intikalleri, güneşin batması kabilindendir, ve gönüllerde bıraktıkları hicrânın içinde yine doğarlar ve sanki bize daha çok yaklaşmış, benliğimize daha yakından karışmış olurlar. Aydınlatıcı yakınlıkları aslâ bizden ayrılmaz…
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.74

MEŞKÛRE SARGUT’un Kelimeleriyle

Cenâb-ı Hak: “Yere göğe sığmayan ben Allâhû Azimûşşân, bir kâmil müminin gönlüne sığdım.” buyuruyor.Bu Allah buyruğunun güzelliğini, hocam Ken’an Rifâî’de görerek, Hakla Hak oluşuna şâhit oldum.

Zirâ Ehlullah, gerçek Kâbedir. Hz. Mevlâna’nın dediği gibi: “Mekke’deki Kâbe, Allah rızâsı mahallidir. İnsan-ı kâmilin gönlü ise, Hakk’ın cemâlinin müşâhade mahallidir.

Ken’an Rifâî; hâliyle ve tavrıyla doğruluğun, güzel ahlâkı ile ihlâsın, şiirleri ve besteleriyle aşk, edep, irfânın öğretmeni idi. Bize Kur’ân-ı Kerîm’in iç mânâlarını, yaşadığı hayâtı ile öğretmiştir. Buna en büyük delil, yetiştirdiği insanlardır.

Hz. Mevlâna Mesnevî’sinde soruyor, şöyle ki: “Kâfir kimdir?” Yine kendi cevap veriyor: “Kâmil insanı tanımayandır.” Tekrar soruyor: “Ölü kimdir?” Cevâbında şöyle buyuruyor: “İnsan-ı kâmilin canından habersiz olandır.”

Çünkü: “Kâmil insan, yaşadığı cemiyet içinde bir Peygamber gibidir.” diyor. Ehlullah, Hakîkat-i Muhammediye’ye mazhardır. Çünkü o, kendinden Resûlullah Efendimiz’in mâneviyâtını, rûhâniyet ve nûrâniyetini aksettiren kişidir. O gerçek vârisdir ki; hocam Ken’an Rifâî’de işte bu hakîkati görmek lütfuna uğramış bulunuyoruz.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.83

İLHAN AYVERDİ’nin Kelimeleriyle

İnsanoğlunun ezel ebed arasındaki mâcerâsında, bütün safhaları hakkıyla ve gereği gibi yaşadığına ve bunları yaşarken de etrâfına hikmetler sergilediğine idrâkimiz ölçüsünde şehâdet edebildiğimiz büyük ve müstesnâ insan, yaşadığı her merhaleden bizlere nişan veren, hikmetler özetleyen Ken’an Rifâî Hazretleri, ‘Hayat yolumun seninle kesişmesi, yaşadığım en büyük bahtiyarlıktır’…

Bu yüce velî, birgün yakınlarına: ‘Benim sizin dahi yüzlerini görmediğiniz nice evlâtlarım var’, demişti.

Etrâfındakileri ömür boyu mânevî rızıkla besleyen aziz hocamız, tasarrufunu ve irşat vazîfesini, yüzlerini görmediğimiz evlâtları için de kesintisiz devam ettirmiştir.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.13

MÜJGÂN CUNBUR’un Kelimeleriyle

Geçmiş asırlarda gavsu’l-âzam, kutbu’l-aktâb diye adlandırılan bir takım mânevîyât büyükleri, mürşid-i kâmiller yetişmişti. Günümüzde mânevîyat büyüklerine verilen bu tamlamalar pek bilinmiyor ve bilinmediği için çokça da kullanılmıyor.

Ken’an Rifâî Hazretleri o asırlarda gelmiş olsalardı, muhakkak ve mutlaka bu iki vasıfla da anılacaklardı. On dokuzuncu asrın son yarısında dünyâmızı şereflendiren, yirminci asırda ışıklarını saçmaya başlayan bu büyük mürebbî, büyük terbiyeci, haydi günümüzdeki deyişle isimlendirelim büyük eğitimci, ideal insan, dört yolu birleyen, diğer yollara da, geleceğe de ışık tutan bir hikmet sâhibiydi.

Güçlü temellere dayanan, geleceğe yönelik bir ahlâk eğitimi âbidesinin kurucusu olan bu büyük mürebbî, aynı zamanda eskilerin dediği gibi gerçek bir nüfûz-ı nazar sâhibiydi.

İnsan rûhunun derinliklerine inen bakışlarıyla çevresindeki insanların yeteneklerini, neyi yapabileceklerini, hangi alanlarda başarı kazanacaklarını, o kişiler daha kendilerini öğrenmeden görüp fark eder, onları başarıya ulaşacakları yöne doğru, kimi zaman hissettirmeden, yöneltirdi.

Bu husus onun himmetinde yetişenler için gerçekten çok büyük bir Tanrı lütfu olmuştur.
Dost Kapısı, s.86-87

NEZİHE ARAZ’ın Kelimeleriyle

Sen her türlü kayıttan âzâde olan hasbîliğin ile cemiyet safları arasında ne dünyâdan, ne ukbâdan bir ecir ve karşılıkbeklemeden insanlara hizmet yolunda hayrete değer bir cesâret ve metânet göstermiştin.

Zirâ insanları seviyordun, hem öylesine seviyordun ki, bütün yaradılış âlemini kayıtsız şartsız muhabbetin potası içinde birleştirirken anadan rahim, atadan şefik, dosttan vefâlı, kardeş, hâldaş ve şefaatçi oluyordun.

Hayâtın boyunca kırmadın, kırılmadın, dostluğun, merhametin, alâkan, aşkın her zaman bekleyeni olduğu gibi beklemeyeni de geldi, buldu.
Kimdin, kimsin?..

Sen, her tâlim ettiğin düstûru, hayata aksettirmek için, onu kendi nefsinde yaşayarak, nasıl yaşanması îcâp ettiğini bütün ömrün boyunca bilfiil temsil eden bir fedâiden başka kimse değildin. Ferdî şahsiyetini dâvân uğrunda terkederek kütleye mâl edilmiş bir sembol olmuştun.

Beşerin, hayâtını idâme ettirmek için, gıdâlandığı bir kaynak, cemiyetimizin mânevî bekçisi ve ileri karakolu idin. Hâlâ da öylesin.

Sen insanlığa yeni bir anlayış ufku açarken, Koca Mevlânâ gibi, ‘hoş hâllerle de, bed hâllerle de dost olup kucaklaştın’ ve Örfi’nin arzûladığı mânâda ‘kötü ile de, iyi ile de öyle hoş ol ki ölümünde Müslümanlar seni zemzemle yıkasın, Hindûlar da ateşe atmak istesin’ sırrına ererek, seni bilen bilmeyen herkesi ‘o bizdendi’ diye feryâda saldın.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.187-188

TÜRKÂN ERKMEN’in Kelimeleriyle

… “Maddeniz ile dünya için çalışırken, gönlünüz Allah ile alışverişte olsun” diyorlardı. Bir küçük dere deryâya kavuşmak için ne büyük engelleri aşıp çeşitli çilelere mâruz kalıyor… İşte insanoğlu kendini bilip o deryâya kavuşurken çeşitli imtihanlardan geçiyor.

Iztıraplar, elemler insanı Allah’a yaklaştıran, aşkı kabartan maya hükmünde oluyor. Ve bütün bunlara katlanmamız ise bir emr-i ilâhî. Allahım sana şükürler olsun, bize bu dünya yolculuğunda elimizden tutan, bizi yuvarlanmaktan kurtaran bir mürşit ihsân ettiğin için…

Bu dünyâya neden geldiğimizi bize öğrettiğin için… Kusurlarımızı yüzümüze vurmadan, şiirle, beste ile sohbet ile düzelten bir terbiyeci gönderdiğin için. Bize ulû’l-emre itaat etmeyi öğrettiler. Çünkü kendileri şapka kānunu çıkınca, fesi çıkarıp şapkayı giymişlerdi.

1925 senesinde de dergâhların kapanmasıyla bu emri hemen yerine getirenlerdendi. Tâ ki 1946 senesine kadar kimseleri evlerine kabul etmemişlerdi.
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.85

İki Mektup

Saint Benoit Lisesi hocalarından Pere André Duchemin ve M. Téophile Sargologo’nun mektuplarından:

…Ken’an Bey’e ilk defa takdim edildiğim günün hâtırası bende pek derin bir iz bırakmıştır. Fâtih’te Ekrem Bey’in evinde bana doğru ilerleyen yakışıklı ve yaşlı bir zat gördüm.

Kusursuz kıyâfeti, canlı ve derin bakışı, tok sesi, tatlı nezâketi ve umûmiyetle her şeyi, bu mâruf insana çok uygundu. Mânevî ve rûhânî binâsı bir sükûn ve sükût vâhası olmuştu. Kendimi bıraktım ve câzibesine tutuldum.

Vâsi kültür hazînesine istinâden âhenkli ve beliğ ifâdesini hikmet ve nükte dolu küçük hikâyelerle süslüyordu. Sözlerine gönül açmış muhâtaplarına bâzan pek uzun gelen küçük sükût vakfeleriyle mevzûu tebârüz ettiriyordu.

Îman hazînesi, konuşmamızın hemen başında, teâmül îcâbı teâtî olunan birkaç cümleden sonra, bana kendini gösterdi. …
A.Duchemin
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.179

Ken’an Büyükaksoy, müşküller içinde kalan herkesin koşup sığındığı en emin bir limandı ki bir kere oraya varabilen insan, güçlükleri yenecek bir çârenin mevcûdiyetinden emin olabilirdi.

Bu fevkalâde şahsiyet, uzun seneler boyunca hayır yolundaki cehtlerinden tereddüt eden ve cesâretlerinin kırılması ile duralamış olan birçok insanı, eşsiz bir vazîfe duygusu ve fazîlet ve ferâgatle sevk ve idâre etmiştir.

O, kendisi için hiçbir şey istememiş, bütün kalbi ve bütün arzusu ile başkaları için yaşamıştır. Kendisinden herhangi bir irşat talep edenlere veyâhut zorlukların aşılmaz gibi göründüğü ve ufkun karardığı anlarda nasıl hareket etmek lâzım geldiğini bilemeyenlere faydalı olabilmek arzusu hayâtının gāyesini teşkil ediyordu. Onun çok sevdiği bir vecîzesi “kendini bil” düsturu idi.

Bunu sevdiklerine sık sık tekrar ederdi. Çünkü onların dürüst, müstakim, samîmî ve nâmuskâr olmalarını arzu ederdi.

Hayâtın bir tek günden ibâret olmadığını bilenleri, temiz, karakter ve irâde sâhibi olanları, diğerendiş olanları, fedakârlığa kahramanca göğüs gerenleri severdi. Sözleri insanın kalbine işlerdi. Konuşurken edebiyat yapmaz, asla boş lâf etmez, acı bir söz sarfetmezdi.
Téophile Sargologo
İsmet Binark, Dost Kapısı, s.180-181

Rıza Tekin UĞUREL
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!