Cuma, Nisan 19, 2024
Ana SayfaAbide Şahsiyetler-2Hazret-i MevlânâAllah güzelidir; güzeller güzelidir

Allah güzelidir; güzeller güzelidir

Hazret-i Mevlânâ için, bir Allah Velîsi, şöyle der:

“O, şiir güzelidir, mûsıkî güzelidir, bilgi güzelidir, Allah güzelidir; güzeller güzelidir.”

Sevdiğimiz, bir tek ve herhangi bir güzel için ciltler dolusu yazı yazdığımız, söz söylediğimiz bilinirken;

üstte özetlenen Allah güzeli ve Güzeller Güzeli Hazret-i Pîr hakkında konuşmak;

O’nu anlatmak söz konusu olduğunda acze düşmemiz kaçınılmaz değil midir?

Kaldı ki Kur’ân-ı Kerîm, kâmil insan hakkında: “Denizler mürekkep olsa kâmil erin vasıflarını yazmakla bitiremez!” (Kehf Sûresi,109)

Ve gene: “Bir o kadar deniz getirsek, onlar dahî kurur ve yine yazmaktan âciz kalır”  buyururken, bendeniz hangi cür’etle ve ne söyleyebilirim?

Bir yeni vuslat yılında mânevî huzurlarında bulunduğumuz Hazret-i Pîr de, Mesnevî’sinde bu konuyla ilgili olarak:

“Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!” Diye buyurur.*

Derler ki; Üçüncü Sultan Selîm, bir gün, Hocası Şeyh Galib Dede’nin dizine başını koyup:

-“Efendim, lütfen anlat!” Demiş.
-“Neyi anlatayım Sultânım?”

Pâdişah, aynı hoşlukla sualine açıklık getirmiş:
-“Bana Hazret-i Mevlânâ’yı anlat!”

Şeyh Galib, Üçüncü Selîm’in saçlarını okşayarak şu nefis cevabı vermiş:

-“O, öyle bir sultandır ki; koca bir sultânı kulunun dizine yatırır!”

Evet… Allah hemen o “büyük insanı”, O’nun gibi “gerçek insanları” anlamak ve anladıklarımızı da hayâtımıza uygulamak nasîb etsin.


Mevlâna ve O’nun benzeri zevât için, neden “büyük” veya “gerçek insan” demek ihtiyâcını duyuyoruz?

Onlar, neden bir yandan biz sıradan kimselere benzerken, öte yandan da “sıra dışı” özelliklerle doludur?

Bu soruların cevâbını almak için “insan” kelimesi üzerinde bir nebze durmak gerekiyor:

(İnsanı yalnızca maddî bir varlık kabûl eden ve günümüz eğitiminde ideal gibi gösterilmeye çalışılan ilim anlayışına göre insan, ancak şöyle târif edilebiliyor:

“Memelilerden, iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, akıl ve düşünme yeteneği olan canlı.” (TDK., Türkçe Sözlük, İnsan Maddesi, Ankara 1974)

Kısaca, konuşan ve düşünen bir hayvan…

Bu târife ve bu tanımı esas alan felsefî anlayışa göre, bütün insanlar da eşit olacağından(!), insan yetiştirmek gibi en önemli sosyal mes’elenin herhangi bir değeri de kalmamaktadır.

Halbuki bu ana problem; din, dil, târih, töre gibi millî kültürümüzün değer hükümlerine göre ele alınırsa, insanları eşitlemek mümkün müdür?

İnsan vardır; fikri, ahlâkı, niyet ve davranışlarıyla meleklerden üstün.

İnsan vardır; hırslarının ve menfaatlerinin kölesi olmuş, hilekârlığı, dalkavukluğu, vurdumduymazlığı ile midesinin sınırlarını aşamamış sefil bir hayvan.

İnsan vardır; zulmü, vahşeti, kîni ve gaddarlığı ile hayvanlardan da aşağı…

Bu üç kategorideki insan kılıklı varlıkları

aynı biçim ve kalıpta gördüğümüz için hepsine de “insan” deyip geçiyor ve böylece gerçek insana göre kendimizi kıyaslamaktan ve “gerçek insanları” kendimize örnek kabûl etmekten de mahrum kalıyoruz.

Dînin rûhu olan Tevhid Îmânını kendisine hayat tarzı olarak benimseyen, her gördüğü şeyi Hak bilerek muâmele eden gerçek insanla, dünyâya neden geldiğinin ve nereye gitmekte olduğunun farkında bulunmayan beşer, nasıl aynı sınıfta mütâlâa edilebilir?

Özetle, herkes iki elli iki ayaklı ve konuşuyor olmakla

kendisinin mükemmelliğine inanıyor ve kendi egosunun dört duvarı arasında bocalayıp, böyle yaşamayı da hayat zannediyor.

Arapçadan aldığımız “insan” kelimesinin kökü -bir anlayışa göre- “alışmak, kaynaşmak, yakınlık kurmak” mânâlarına gelen “Üns” dür.

Bu sebepten dolayı, bizim kültür ve düşünce hayâtımızda,

ancak Yaradan’ıyla biliş tutup, her an O’nunla ülfet hâlinde bulunan yüce varlığa “İNSAN” pâyesi verilirken,

biçim ve kalıp yönünden şeklen insana benzeyen diğer insan kılıklılar ise, “insan derisinin dış yüzü” demek olan “Beşer” kelimesiyle isimlendirilip gerçek seviyeleri tesbit edilmiştir.

Yâni henüz güzel huylarla huylanamamış,

kötü alışkanlıklarından ibâret safralarını atmayı başaramamış kimseler insan değil; “beşer”dir.

Kısacası gerçek insan, bir ilâhî ve insânî değerler bütününe denir. Çünkü onlar, Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesiyle “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış” kimselerdir.

Üstün ahlâk yâhut güzel ahlâk sâhibi olmayı başaramamış beşer için bizim kültürümüzde “beşer, şaşar” deyiminin bulunması da bu yüzdendir.

Hattâ, vefâsızlık veya kabalık gördüğümüz birisine de “seni insan zannetmiştim” demiyor muyuz?

Ayrıca, meleklerin secde ettiği ilk insan ve aynı zamanda da bir peygamber olan Âdem’in adını da Arapçadan almış; onun maddî ve mânevî soyundan gelen varlığa da Müslüman-Türk zevki ve Türkçe’nin ses uyumuyla “Adam” demişiz.

Düzgün insan olmak, ahlâkımızı güzelleştirmek yolundaki gayretimize ise “Adam olmak” demişiz.

Bir başka söyleyişle

Adam olmak demek, bizde, “İnsan adam” olabilmenin adıdır. (Hayri BİLECİK, Mefhumlardan Tefekküre, Sayfa 12-ANKARA 1988)

Hazret-i Mevlânâ ve benzeri zevâtın dünyâya geliş ve burada bulunuş sebebi, söz konusu insan kılıklı “beşeri” insan hâline getirmek; hayvanî sıfatlarla yüklü bu varlığı Âdem yâni  “adam” etmektir.

Nitekim beşerle insan arasındaki farkı hatırlatan Hazret-i Pîr:

“Senin en büyük hatân, kâmil insanı kendin gibi et, kan ve deriden ibâret zannetmendir.” Der.

Cenâb-ı Hakk’a ise şöyle münâcatta bulunur: “Eğer senin çâresizlerine çâre olmak vazîfesini yüklemeseydin, şu dünyâda bir an bile durmazdım.”

Allah dostlarından biri, şöyle diyor:

(Bir kâmil insanın bizim gibilerle bir arada bulunması, bir insanın ahırda yaşamasına benzer.)


Oğlu Sultan Veled’e hitapla, Hazret-i Pîr, aslında bizlere şöyle öğüt veriyor: “Senin, düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hakkında hayrını ve iyiliğini söyle! O düşmanın, senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.”

Acaba dıştan insan görünüşümüzle, seviyoruz dediğimiz Hazret-i Mevlânâ’nın bu nasihatini hayâtımıza geçirebiliyor muyuz?

Bir gün, iki kişi birbirlerine düşmanlıkta bulunuyor, karşılıklı olarak münâsebetsiz sözler söylüyorlardı. Onlardan biri:

-Eğer yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın!

Diyor, diğeri de ona:

-Eğer sen yalan söylüyorsan, Allah senin canını alsın!

Diye karşılık veriyordu. Mevlânâ, aralarına girdi ve:

“Hayır, hayır… Allah, ne senin ne de onun canını alsın. O, benim canımı alsın. Çünkü canı alınmaya ancak biz lâyıkız!” Dedi. Her ikisi de barıştı.

Böyle bir çekişmeye, kavgaya şâhit olsak,

bunun benzeri bir davranışın adamı mı olurduk;”insan gibi” mi davranırdık, yoksa ne yapardık?

Gene O’nun mübârek ağzından dökülen şu öğütlerle amel edip etmediğimizi… Yâni “gerçek insan”la aramızdaki seviye farkını düşünerek bir vicdan muhâsebesi yapsak, sonuç lehimize çıkar mıydı acaba?

Buyuruyor ki:

(…Eğer dâima cennette olmak istersen, herkesle dost ol; hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!Merhem ve mum gibi ol, iğne gibi olma. Eğer hiç kimseden sana fenâlık gelmesini istemezsen fenâ söyleyici, fenâ öğretici, fenâ düşünceli olma!)

Yalnız iffet sâhibi kadınlara değil; sokak kadınlarına bile iltifat edip, O’nun gibi: “Ne yiğitsiniz sizler… Ne yiğitlersiniz. Siz olmasanız şu nefisleri kim alt ederdi?

Nasıl belli olurdu nâmuslu kadınların nâmusu?” Diye, onlara tâzimde bulunabilecek miyiz?

“İnsan, içi suyla dolu, dışı ise kupkuru bir küp gibidir.” Diyor, Hazret-i Mevlânâ…

Su, hayat kaynağıdır; susuz bir hayat düşünülemez.

İçinde, insan olabilmesi için asıl hayat cevheri gizli… Fakat dış görünüşüyle kupkuru bir toprak!

İşte günümüzde sayısız teknolojik buluşlara imzâ atan, hattâ hârika işler yapan insan kılıklı varlık; bunları kupkuru olan tarafıyla başarmaktadır yâni “beşer” tarafıyla!

Bir de, küpün içindeki gerçek hayat cevherini keşfedip, bu cevheri ortaya çıkaran… Böylece iç ve dış kuvvetleriyle birlikte yaşayan hakîkî insanın nasıl güçlü, nasıl muazzam bir varlık hâline geleceğini düşünün!

Bu yüzden olmalı ki; Hazret-i Ali biz insan kılıklıları şöyle uyarır:

“Sen kendini çok küçük, güçsüz ve âciz zannedersin, hâlbuki sende âlemler gizli!”

Bilindiği gibi insanoğlu, yeryüzüne Cenâb-ı Hakk’ın halîfesi olsun; kendisinde gizli bu özellikleri kuvveden fiile çıkarsın diye gönderilen, kulluk sorumluluğunun emânet edildiği yegâne varlıktır.

Fevkalâde değerlidir, Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesiyle -kendisinde barınan cevher sebebiyle- “eşref-i mahlûkat”tır.

İlk insan Hazret-i Âdem, meleklerin vâkıf olmadığı ilimlerle donatılmış, meleklerin O’na secde etmesi emrolunmuştur.

(Bakara,30/34) “Andolsun ki biz insanoğlunu üstün kıldık” âyetiyle (İsrâ,17/70) Cenâb-ı Hakk, insanın diğer yaratılmışlardan üstünlüğünü îlân etmiş, insana kendi nûrundan üfürmüştür. Bedeni toprakla yoğrulan insan, bu ilâhî nefesle kendisine hayat veren rûhunu kazanmıştır.

Bu üstünlüklerle dünyâ hayâtına başlayan insana has diğer iki özellik ise “akıl” ve “nefs”tir.

Hazret-i Mevlânâ, bu husûsu îzah ederken, Peygamberimiz’in şu Hadis’ine dayanarak konuşur:

“Aklı, şehvetine gâlip gelen, meleklerden daha yüksek; şehveti aklına gâlip gelen ise hayvandan da aşağıdır.”

Konuyu işte bu Hadis’in ışığında ele alır ve varlıkları üç kısma ayırır:

Birincisi, melekler. Bunlar yalnızca akıldan ibârettir, kulluk, onların yaratılışında mevcuttur; ibâdetsiz yaşayamazlar.

İkincisi, hayvanlardır.

Hayvanların aklı olmadığı için kulluk mes’ûliyeti de taşımazlar. Yalnızca nefs sâhibidirler.

Üçüncü grubu teşkîl eden insanlar ise hem akıl ve hem de nefis sâhibidirler. Kulluk sorumluluğu taşıyan insanın -âdetâ- yarısı melek, diğer yarısı ise hayvandır. Bir başka söyleyişle insanın yarısı balık, yarısı yılandır.

Ruh, balıkla… dünyâ yâhut maddemiz ise, yılanla temsil edilmiştir.

Zîra yılan hep toprağa sürünerek yaşayan bir hayvandır. Balıksa, susuz yaşayamaz.

İşte her iki unsur da insanı kendi tarafına çeker. Balık yönü, onu suya… Yâni asıl insanlık cevheri olan rûha, Yılan tarafı ise toprağa bağlı kalmaya yâni dünyaya doğru zorlar.

Akıl veya nefis, bunlardan hangi unsur gâlip gelirse; insan o gruba dâhil olur. (Mesnevî, IV:59/1518-1540; Fîhi Mâfih,122-123)(1)

İnsan, topraktan yaratılan bedenine veya nefsinin isteklerine değil de, ebedîlik vasfını Cenâb-ı Hakk’dan alan rûhuna yöneldiği takdirde, gerçek benliğine/özüne ulaşmaya muvaffak olur.

Hazret-i Mevlânâ:

“Sen su değilsin, toprak değilsin, başka bir şeysin… Balçık dünyâdan dışarıdasın, yolculuktasın sen! Kalıp bir arktır, can o arkda akan bengisu; fakat sen, senliğinde kaldıkça ikisinden de haberin yoktur.”(2)

Diyor. Sonra gene şöyle sesleniyor:

(Tîn Sûresi’ndeki: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık” Âyetini oku! Ey dost, şunu bil ki en değerli inci ‘can’dır. İnsan, değer bakımından arştan da üstündür. İnsan, hayâle düşünceye sığmayacak kadar büyüktür. Bu paha biçilmez insanın gerçek değerini, hakîkatini söylesem, ben de yanarım, dünyâ da yanar.)

O’nun bu sözleri, Allah’ın emânetini yüklenen, yeryüzünde Allah’ın halîfesi olmaya aday yaratılan insanın, kendisine bahşedilen üstün meziyetlerin farkına varması gerektiği için bir îkaz mahiyetindedir. Hattâ daha da açık söyleyerek bu konuda şöyle buyurur:

“Allah, ‘Biz hakîkaten Âdemoğullarını şereflendirdik.” (İsrâ,17/70) buyuruyor; biz yeri ve göğü şereflendirdik demiyor. O iş, ne göklerin ne yerlerin ve ne de dağların elinden gelmeyip yalnız insanın elinden geldiğine göre, insan gerçekten çok kötü ve bilgisizdir.

Sen eğer: ‘Elimden şu kadar iş geliyor; ama yapamıyorum.’ Dersen, bunun hiçbir değeri yoktur. Çünkü insanı başka işler için yaratmadılar. Bu tıpkı şuna benzer: Meselâ sen pâdişahların hazînelerinde bulunan kıymetli çelikten yapılmış bir Hind kılıcını: ‘Ben, bu kılıcı işe yaramaz halde bırakmıyorum ve onu birkaç işde kullanıyorum.’

Diye, getirip kokmuş bir eti doğramak için satır yerine kullanırsan veya bir zerresiyle yüz tâne tencere alınabilecek olan, altından bir tencereyle şalgam pişirirsen… veyâhut mücevherlerle süslü bir bıçağı, kırık bir kabağı kesmek için çivi yerine kullanıp:

‘Ben bu bıçağı işe yaramaz bir halde tutmuyorum, ona kabak asıyorum.’ Dersen yazık olmaz mı ve buna gülünmez mi? Halbuki kabağın işi, bir paralık tahtadan veya demirden bir çivi ile görülür. Yüz dinarlık bir bıçağı, böyle bir işe bağlamak, akıl kârı mıdır? Allah sana pek büyük bir değer vermiştir. (Fîhi Mâfih,24-25).

İnsanın, kendisine bahşedilen bu cevheri araması, şarttır. Bu konuda sorumludur. Ne buyuruyor Hazret-i Mevlânâ:

“Canında bir can var, o canı ara… Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin mâdenini ara… A yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara, ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara!..” (Rubâîler).

İyi ama, neyi nasıl arayacak? Beden dağındaki mücevher hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan insan, bu ezel sorumluluğunu nasıl yerine getirecek?

Başka bir deyişle kulluk ve insanlık şuûruna ulaşabilmek için ne yapmalıdır?

Bu suallerin en kısa cevâbı, şudur: İçinde yaşadığımız dünyâ şartlarının bizi her dâim toprağa doğru yâni maddiyata doğru çekişinden kurtulabilmek için, aşk ve akılla nefsânî bağlardan sıyrılmamız gerekmektedir.

Toprağa bağlı yaşayan yılan gibi değil, dünyâdan, maddeden daha fazla asıl cevherimiz olan ruh tarafımıza önem verip, ona meylederek yaşamayı öğrenmemiz şarttır.

Bunu öğrenmek içinse mutlaka ama mutlaka bir usta gerekir ki; “gönül sâhibi” olan bu usta, bizi çıraklığına kabûl ederse, yılan gibi toprağa ve nefsimize bağlı yaşamaktan kurtulmanın, insan olmaya doğru ilk adımı atmanın başlangıcını yapmış oluruz.

Yâni beşer, böylelikle ikinci bir akıl edinmeye başlar. Bu ikinci aklı, Hazret-i Pîr, şöyle anlatır:

(Akıl, iki akıldır; birincisi kazanılan akıldır… Sen onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse, öyle öğrenirsin.

Öbür akıl, Hak vergisidir… Onun kaynağı candadır.

Akıl, şehvetin zıddıdır… Şehveti dokuyan akla akıl deme!

Akıl, mutlaka isâbet eder, yanılmaz.

Dünyâda hırs ve haset kükremesin diye, o âlemden, akıllılık ancak sızıntı hâlinde gelir.)


Peki… İnsanları her çağda bilgisizliğin ve sevgisizliğin gayyâ kuyusundan kurtarmak uğruna hayâtını sebîl eden ulular kafilesinin baş tâcı Mevlânâ, huy mu değiştirdi? Bizden kaçıyor mu ki, O’ndan feyz almayı düşünmüyoruz?

Ne Mevlânâ bizden kaçıyor ve ne de o serinin diğer üstün insanları! Kaçanlar onlar değil, bizleriz! Biz, o ululardan kaçmaktayız.

Hazret-i Mevlânâ, birer öğütler manzûmesi durumundaki eserlerinde, öğüt verenlere çeşitli ipuçları ve prensipler tavsiye eder.

Kendilerine öğüt verilen insanları da altı gruba ayırır:

1-Öğütçü, öğüdünü kısa kessin diye evet diyen, kabul etmiş görünenler.
2-Ahmaklığı veya bilgisizliği sebebiyle öğütleri anlamayanlar.
3-Öğüt vereni kıskanarak, haset duygusuyla değerlendirenler.
4-Verilen öğütleri dinledikçe yasak şeylere karşı istekleri artıp, öğüdün tersini yapanlar.
5-Sapıklık içinde olup, gerçeği göremeyen ve öğütleri inatla reddedenler.
6-Ölüden bile öğüt alacak, her olaydan ders çıkartmayı bilen basîret sâhipleri.

HİKÂYE:

Adamın birisi tuzak kurup bir kuş avladı. Kuş adama dedi ki: Ey ulu hoca! Sen şimdiye kadar neler yedin, neler yedin; ama doymadın. Şimdi beni yiyerek doyman da imkânsız. Beni bırak ve ben de sana üç öğüt vereyim. Birinci öğüdü avcundayken, ikincisini evinin damı üzerinde, üçüncü öğüdü de ağacın dalında vereyim.

Bu üç öğütle senin bahtın açılır, şans kapıları açılır önünde.

“Kim söylerse söylesin, olmayacak şeye inanma!” Dedi ve adamın elinden uçup duvara konarak ikinci öğüdü verdi:

Geçip gitmiş şeye gam yeme… Fırsatı kaçırınca üzülme!”

Dedi ve ekledi:

-Şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında ve kıymetine paha biçilemeyen bir inci vardı; seni de evlâtlarını da zengin edecek değerdeki bu inci senin hakkındı ama kısmetini teptin. Ne yapalım nasip değilmiş…

Kuşun söyledikleri karşısında dehşete kapılan adam doğum yapan bir kadın gibi feryâda başladı.

Kuş dedi ki:

“Sana, geçip gitmiş şeye gam yeme diye nasihat etmedim mi? Mâdem ki elden kaçırdın, ne diye üzülüyorsun? Ya öğüdümü anlamadın yâhut da sağırsın. Ayrıca bir de ikinci öğüdümde olmayacak şeye inanma demedim mi? Ben kendim üç dirhem gelmem aslanım. Benim içimde on dirhemlik inci nasıl bulunsun?”

Bu sözler üzerine kendine gelen adam, haydi dedi, o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım.

Kuş, cevap verdi:

-Evet… Allah için ilk ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü soruyorsun, öyle mi?


Bu nefis hikâyenin peşinden, Hazret-i Mevlânâ Mesnevîsinde şöyle der:

“Uykuya dalmış bilgisiz kimseye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı, yama kabûl etmez. Ey öğütçü, böylelerine hikmet tohumunu saçma!”(*)

(*)24 Aralık 2013 târihinde, 9 Eylül Üniversitesi’nde yapılan konuşma metnidir.

Rıza Tekin UĞUREL
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!