Cuma, Ekim 11, 2024

Boraltan Köprüsü

Önce medyadan alınan şu haberi okuyalım:

(Azerîlerden Büyük Ayıp

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’deki bir anıttan Türkiye bayrakları indirildi. İktidarı suçlayan Azeri muhalefeti ise olaya tepki gösterdi.)

(Ermenistan Açılımı) uğruna gücendirdiğimiz Azerbaycanlı kardeşlerimizin indirdiği bayrağa içerleyen bu haberin kalemşoruna soralım:

1-Yazdığın haberdeki “Türkiye Bayrağı”ne mene bir bayraktır?

Bilinen, resmiyette ve fiiliyatta olan bir tek bayrak vardır ve onun adı da TÜRK BAYRAĞI’dır. Hâl böyleyken kasdettiğin bayrak bu bayraksa, yediğin bu halt nedir; neyin nesidir? Ağzında geveleyip de söyleyemediğin niyeti kusman için, birinin, senin boğazına parmak mı sokması gerek?

2-Sen böyle yâveler yerken,

önümüzdeki günlerden başlayarak Azerî doğalgazını çok daha pahalıya alacağımızdan; milletin kesesinin daha da yanacağından haberin var mı?

Çünkü Azerbaycan, yalnızca küsüp gücenmekle ve o anıttan bayrağımızı indirmekle kalmayacak… Bize dünyâ piyasasının üçte biri fiyatına sattığı doğalgaza da zam isteyecek.

3-Sen, efendilerine yaranmak üzere Azerbaycan’ı suçlarken

şunu da kafana iyice sok ki; Ermenistan sebebiyle bugün gücenen Azerîlere attığımız ilk “kazık” değil bu!

Al sana örnek; “Boraltan Köprüsü!”

İnternette bu ismi yazıp, tıkla ve onlarca örnekten birini oku. Çuvaldızı kime, iğneyi kime batıracağını iyi tâyin et! Özetle söylersek, Mehmed Âkif’in dediği gibi: “Sen ilkin hayâ öğren!”

Ben sana, onlarca örnekten en yumuşak ve saygılı olanı seçip aşağıya alıyorum; belki utanırsın:

“Bizi siz öldürün, vermeyin Rus’a
Yakışmaz Türklüğe, sığmaz nâmusa.
Vahşete göz yumup silkmeyin omuz
Bizi siz öldürün, varsa suçumuz.”

Azerbaycanlı şair Elmas Yıldırım, bir zamanlar Boraltan Köprüsü’nde yaşanan acı olayı ve merhamet fukaralığını, “Dönek Kardaş” isimli şiirinde işte böyle haykırıyordu.

Öğrendiğimde beni derinden etkileyen bu olayı;

ilk defa değerli sanatçımız Esat KABAKLI’nın, bestesini yaparak, türkülerimiz arasına kattığı “Boraltan Köprüsü” eserinden dinlemiştim. Orhun Film tarafından, 1977’de çekilen “Güneş Ne Zaman Doğacak?” isimli sinema filmi de, Boraltan Köprüsünde yaşanan dramı konu alıyor ve ölen kardeşlerimize ithaf ediliyor.

“Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var.” düsturunca da yürekleri dağlayan bu olayı sizlerle paylaşmayı bir görev bilerek yazıyorum:

Yıl 1944…

Türk kanının oluk oluk aktığı ve “Türk’üm” demenin suç ve “komünist rejime” hakaret sayıldığı günlerde yaşanıyor bahsedeceğim olay.

Türk yurtlarının Rusya tarafından sömürüldüğü, Kırım Türklerinin topluca sürüldüğü ve soydaşlarımızı kendi kimliklerinden uzaklaştırma çabalarının hüküm sürdüğü bir dönem.

1944 Türkiye’sinin durumu ise oldukça vahim.

Türkiye Cumhuriyeti’nin idaresi; korkak, merhamet fukarası bir zihniyetin elinde. “Türk’ü sevenler tabutluklarda çile doldurmakta, niçin Türk’ü sevdiklerinin hesabını vermekteler.” Zalimler, kazdıkları karanlık zulüm kuyularını, mazlumlarla dolduruyor.

Hani merhum Mehmet Akif İstiklal Marşımızda diyor ya:

“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, Şaşarım! / Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” Türk Milleti’nin genlerinde olan özelliğidir; esir olmaz, esareti asla kabul etmez.

İşte böyle zulüm dolu bir dönemde;

146 Azerbaycan vatandaşı, aydın, sınır kapımız olan Iğdır’da Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsünden geçerek Türkiye’ye sığınırlar. Kim bilir, yüreklerinde ne ümitlerle hürriyete kanat çırparlar sevinç içinde..

Sınır karakoluna sığınan hemen hemen hepsi Azerbaycan Üniversitelerinde görevli bu aydınların durumu hemen Ankara’ya aktarılır. Sovyetler Birliği de ayağa kalkmış durumda ve sığınmacıların “kendi vatandaşı!” olduğunu ileri sürerek iade edilmelerini ister.

Karakolda gergin bir bekleyiş başlar.

Öz gardaşlarımız ya “öz yurtlarına” kabul edilecek ya da Boraltan Köprüsünün öbür ucunda bekleyen Rus müfrezesine teslim edileceklerdir. Sovyet mezaliminden, öz vatanlarına sığınan öz gardaşlarımız, kendilerine sahip çıkılacağından emin, bekliyorlar. Ankara’dan gelen emir korkunç:

-Ülkelerine iade edin!

Sınır kara kolumuzda şaşkınlık had safhada. İnanamayıp teyit üstüne teyit isteniyor.

Emir aynı:

-Ülkelerine iade edin!

Karakol komutanı genç subay, kendilerine sığınan öz kardeşlerini, Ruslara teslim eder etmez neler olacağını aşağı yukarı tahmin ediyor. Ankara’dan gelen bu acı haber, karakollarına sığınan öz kardeşlerine nasıl söylenirdi ki? Nasıl dile dökülürdü? Çok zor bir durum…

Komutan belki de hayatının en zor cümlelerini kurmaya hazırlanıyordu.

Zorlukla da olsa dile döküldü, çıkmaz olası o cümleler! … Vatanım, bayrağım diyerek ne umutlarla sınır karakolumuza sığınan bir avuç Türk, artık Ruslara iade edilecekti.

Boraltan Köprüsünün öbür ucunda bekleyen, kanlı dişlerini sırıtarak gösteren Rusların ne yapacaklarını iyi bilen bir avuç vatan evladı, karakol yetkililerine yalvarıyorlar.

– Ne olur bizleri siz öldürün, onlara teslim etmeyin. Hiç değilse kendi toprağımızda, kendi bayrağımızın altında ölelim.

Ne çare, bunu bile çok gören merhamet fukarası bir zihniyet iş başında.

Boraltan Köprüsüne getirilen sığınmacılar, gruplar halinde karşıya geçirilmeye başlanır. Karşıda bekleyen Rus müfrezesi, karşıya geçen ilk gurubu hemen oracıkta, Türk askerlerinin gözleri önünde kurşun yağmuruna tutarlar. Olup bitenler karşısında şaşkına dönen karakol komutanı teslimat işini derhal durdurarak, durumu (bir ümit!) Ankara’ya rapor eder.

-Karşıya geçenleri kurşuna diziyorlar.

Dedik ya merhamet fukarası, korkak zihniyet iş başında!

Ankara’dan gelen cevap şöyledir:

-Kesin emir var. Görevinizi yapın, yoksa vatan hainliği ile yargılanacaksınız!

Evet, tarih şimdi bu emirleri verenleri vatan hainliği ile yargılıyor…

Çaresizlik içinde son bir kez daha askerlerin yüzüne bakan sığınmacılar, sonunda beraberinde getirdikleri değerli eşyalarını ve giysilerini bırakarak, Boraltan Köprüsünden ölüme yürümeye başlarlar.

Gözyaşlarına boğulan askerler, olanları görmemek için köprüye sırtlarını dönmüşlerdir.

İkisi kadın 146 öz gardaşımız, köprüye doğru yürürken; içlerinden Enver Kadızade’nin imanlı, gür sesi yankılanıyor:

– Biz ölüme gidiyoruz. Yaşasın Türkiye!

Ölüme gülerek giden koç yiğitlere nispet edercesine bir haykırıştır bu!

Askerlerimizin gözyaşları içinde teslim ediliyor soydaşlarımız, öz be öz gardaşlarımız.

Karşı tarafta bekleyen Rus müfrezesi tarafından elleri ve ayakları bağlandıktan sonra, hemen oracıkta kurşuna dizilerek şehit ediliyorlar. Karakol komutanı genç subayın da gördüklerine dayanamayıp, evine izine geldiğinde intihar ettiği anlatılır yürek dağlayan bu olayla ilgili.

Olayın vahametini “Dönek Kardaş” isimli şiirinde haykıran Azerbaycanlı şair, Elmas Yıldırımın şiiri çok uzun.

Fakat günümüzün de zifiri karanlığına ışık olabilmesi ümidiyle bir kısmını aktarıyorum:

“Türk; o Altayların dünkü eri mi?
Yolunda can koydum, verdim serimi,
Düştüğü ağlardan kurtulsun diye,
Serdim ayağına doğma yerimi…

Kardaş armağanı, dökülen kanlar,
Bana mükâfat mı giden kurbanlar?
Ben diyorum, Kayı’dır soyumuz,
Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,

Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, uldızımız, ayımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,
Nerden doğdu bu imansız gayrılık?“

Rıza Tekin UĞUREL
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!