Ferîdeddin Attar, anlatıyor:
Dilencinin, fakirin biri; Cüneyt Bağdadî’nin huzûruna gelip oturdu ve dedi ki:
-Ey şeksiz şüphesiz, Allah’a avlanmış olan er! İnsan ne vakit gönül huzûruna erişir?
-Gönülsüz kaldığı vakit!
“Bir gönülde iki sevdâ olamaz” diye başlayan bir şarkı vardır, bilirsiniz.
Aklı, fikri yâni gönlü dünyâda ve yalnızca maddî şeylerde olan insan; bunları terk ettiği, bunlardan el çektiği vakit, onların yerini bir başka şey alır.
Bu başka şey, kalıcıdır; fânî olmayandır ve işte insanı huzûra kavuşturacak olan da budur.
Başka hiçbir şeyle tatmin bulamayan insanoğlu, “geçici” olandan “kalıcı” olana yüz çevirdiğinde, ancak gönül rahatlığına kavuşur.
Tecrübeler de hep bunun doğru olduğunu isbatlıyor. Meselâ, konuşmak istediğimizde, karşımızdaki şahsın hayâline veyâ gölgesine lâf anlatmak bizi ne kadar tatmîn eder?
Hiç eder mi?
Çünkü gölge, bir şeyin aslı değildir; kendisi gibidir ama, kendisi değildir. Aynadaki görüntü gibi…
Bu yüzden, akıl sâhipleri hayâl yâhut gölgeyle ömür tüketmekten kurtulmayı bilenlerdir.
Biriyle görüştüğümüz sırada muhâtabımız her kimse, orada bizzat bulunsun ve beş duyumuz hakkını alsın isteriz. Diğeri bizi aslâ doyurmaz. İşte, gönül de yapısı ve yaratılışı gereği ancak ulvî, yüksek, “ölümsüz bir gerçeğe” yönelirse huzur bulur.
Bunu becerebilen kimse de ancak o zaman “gönül sâhibi” olmuş demektir.
“Gönülsüz kalmak” ise, dünyâdan gönlünü çekmiş olmak mânâsınadır.