“Büyük adam, muhîti tarafından yaratılan değil, muhîtini yapan ve yöneten kimsedir.”
“Zamana hükmeden kimselerin çoğu, riyâset ve hükümdarlıkta en keskin şehveti duyarlar. Fakat baş olmak külfetini sırf kütlenin nam ve hesâbına yüklenmiş olanlar için riyâset, bir vazîfe ve külfetten ibârettir.”
‘’…insanoğlunun aşkı ve îmânı nisbetinde istiklâle kavuşacağı, izâfî hürriyetten, mutlak hürriyete erişeceği bir hakîkatti.
Hakk’ın vücûdunun, her şeyin mebde’ menşe ve müntehâsı olduğunu bilen bir mutasavvıf için hürriyet,
ferdî ve insiyâkî zaafları küllî irâdenin potasında eritip, küllün malı yapmak ve fenâdan sonra kavuşulan bir bekâ ile, yâni îman ve aşk ahlâkı ile yeniden dünyâya dönmekti ki,
işte cemiyetler ne kazanmışsa, yokluktan sonra varlığa ermiş bu sistem ve karakter sâhiplerinden kazanmıştı.
Zîra İslâmda tasavvuf, sâdece kuru bir nazariye değil, bir aksiyon, bir yaşama ve hayat tarzı idi. Halbuki, faraza Hint tasavvufu, İslâm’dan ayrı bir doktrin kabûl ediyordu.
Bir kere Nirvana’ya erip dünyâdan el etek çekeni dünyâ artık kaybetmiş demekti.
Zîra fenâdan sonra, bir daha terk ettiği dünyâya ve insanların içine karılıp karışmak olmazdı.
Hırıstiyan tasavvufu ise, bir ahlâk gâyesine gidip dayanıyor ve böylece de dünyâ hayâtına tam ve faal bir iştirâki olmuyordu.
Ancak İslâm tasavvufu idi ki, hayâtın bütünüyle alâkalı bir dünyâ görüşünü, bir ahlâk sistemini hayâtın ta kendisi yapıyor. Allah sevgisi ile insanlık aşkını birbirine kenetleyerek ortaya atıyordu.
Onun için, Hak’la kulu birleştirmiş olan mutasavvıf, târih boyunca,
bu vahdet anlayışı ve aşk ahlâkı ile, insanlara sonsuz bir sevgi dökmüş ve kendisini onların hizmeti emrine tahsîs etmiştir.
İşte büyük hükümdârı da aynı prensibe bağlı ve hürriyet doktrininin müşahhas bir örneği olarak, evvelâ kendini kendi tehlikesinden kurtarıp emniyete aldıktan sonra, cemiyetin merkez yerine geçip oturmuş ve fî sebîl-ullah mücâhid olmuş görüyoruz.
……
Kütleler, çok zaman küçük insanların elinde kalmak bedbahtlığına uğrar.
Dünyânın bozuk düzen, hasta, mecâlsiz düştüğü devirler, işte bu kifâyetsiz idârecilerin elinde karanlıklara gömülüp önlerini ardlarını görmedikleri zamanlardır.
Dünyâ târihine bir göz atarsak, beşeriyet ne bulmuşsa, tasavvuf şuûruna doğru yol aldığı zamanlarda bulmuştur.
Ne kaybetmişse deondan baş çektiği ve maddecilik taassubu ile el ele verdiği zamanlarda kaybetmiştir.
Eğer Fâtih, fikirde ve fiilde tasavvuf şuûru ile çift olmasaydı,
yine de dünyânın sayılı cihangirleriyle boy ölçüşebilir, fakat bu Fâtih olamazdı.
Bu Fâtih ki tasavvuf motifi etrâfında örgüleştirdiği zihnî ve rûhî faaliyetlerindeki vezin ve âhenkle yeryüzüne örnek insan tipini ve örnek çağı getirdi.”
Sâmiha AYVERDİ
Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih-Sâmiha AYVERDİ, Neşreden: İstanbul Fetih Derneği, 1953
“Fâtih neden büyük insandı?
Onu cihan nazarında Fâtih yapan, serdarlığı mı, tâcı, tahtı, ordusu, ülkesi, dostları, düşmanları mıydı?
Hem serdar, hem hükümdar, hem sanatkâr, hem de bir mutasavvıf olan, şarkın bu büyük evlâdı, vâsıl olduğu maddî ve rûhî âhenk ve muvazeneye hangi yollardan geçerek ulaştı?
Zamânında imparatorluğun içten ve dıştan arzettiği o muhteşem orkestrasyonu, birlik ve berâberliği temin eden ne gibi sebeplerdi?
Bâhusus kütle ondan, o kütleden ne istiyordu?
Dünya görüşünün gāyesi, mevzûu ve metotları nelerdi? Böylece dünya Fâtih’den ne bulmuş, ne kazanmıştı?
Bugünün şartları içinde dünün kıymetlerinin yeri ve değeri var mıdır?
Bütün bu karışık, dolaşık ve çetin suallerin, gücümüz miktârı, üzerlerinde durabilmek için fikir ve aksiyon adamı Fâtih’i bir bütün olarak mütâlaa etmek, şahsiyetiyle icrââtını yan yana tâkip etmek lâzım geldiği kanaatindeyiz.”
Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih-Sâmiha AYVERDİ