Soru-Yakın târihimizden de örnek verebilir miyiz; bu zıtlaşmanın ilmî merkeziyeti açısından Hocam?
Mahmut Erol Kılıç– Yakın tarihimizde bu konuda büyük ayrışmalara merkezlik etmiş meşhur bir isim vardır.
Eserleri üniversitelerde ders kitabı olarak okutulduğu gibi mezhep sahiplerinin de başucu kitabı konumundadır. Bu açıdan bu konuda bazı hususların tebarüz ettirilmesinin, ilim ehli ve tarikat müntesipleri için faydalı olacağı kanaatini taşıyorum.
Son asırda Abdülbaki Gölpınarlı Bey, doçent ünvanıyla üniversiteden uzaklaştırılmış bir edebiyat tarihçisidir. Bir tasavvuf tarihçisi değildir; Farsça, Caferî kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir İstanbul’da.
Binaenaleyh Farsça’yı çok iyi bilmektedir ve edebiyat ile ilgilenmektedir. Edebiyatla, özellikle Fars edebiyatıyla ve Türk Edebiyatıyla ilgilenirseniz, ister istemez bir müddet sonra karşınıza tasavvuf çıkacaktır.
Tasavvufu bilmeden Türk edebiyatını, Fars edebiyatını bilmek mümkün değildir. Bu edebiyatın bütün anahtar kelimeleri tasavvuftadır.
Tasavvufu bilmezsen edebiyatı bilmezin. İşte edebiyat üzerinde çalışa çalışa edebiyattan tasavvufa intikal etmesi icap etti Abdulbaki Bey’in. Fakat intikal etmesi de kalben değil; bunun bir çok şahidi de olmuştur yakınlarından.
Tasavvufa yönelir ama bir çok şeyhe söver durur; İbn’ül Arabî’yi tekfir ederdi. Sebebi şudur: Bir dönem bazı Melamilerden istifade etti, Melamiler ona malzeme sundular. Özellikle Rumeli Melamileri dediğimiz Melami dostlar kendisine malzeme sundular ve Hazret bir kitap yazdı. Ama sonra bin pişman oldu.
Keşke Hamzavilerden istifade etseydim; Melamileri çok büyütmüşüm gözümde aslında o kadar büyütülecek insanlar değillermiş.
Bu kitabı 28 yaşlarında yazdım ama şimdiki aklım olsaydı bu şekilde yazmazdım” diye bir çok kişiye söylemiş. Yeniden gözden geçiriyordu, yeni haliyle yazacaktı, ömrü vefa etmedi.
Soru-Gölpınarlı Hoca intisaplı mıydı Hocam?
Cevap- Hayır! Seyr-u sülük anlamında bir mürşidin elini tutmuş değildir. Kullandığı malzeme şekillendirir insanın düşünce yapısını. Mevleviliğe girmesi de tamamen edebiyatla musikiyle alakalıdır; seyr-u sülükün dışında gezinmiştir.
Dolayısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’nın yapmış olduğu tercümelerde de fahiş hatalar bulunabilmektedir. Niye? Doktrini bilmiyor çünkü. Vahdet-i vücut/ şühud tasavvufun özüdür; onu bilmiyor.
Vahdet-i vücudu bilmeyen, vahdet-i şuhudu bilmeyen, cem’ul cem nedir bilmeyen, tecelli zat nedir bilmeyen, tecelli sıfat nedir bilmeyen birinin kalkıp tasavvuf doktrini üzerine bir şey söylemesi kusura bakılmasın; tartışılır.
Siz bir edebiyatçısınız, tasavvuf edebiyatına dair metinleri neşredebilirsiniz, belki tasnif de edebilirsiniz; ama tasavvuf konusunda hüküm vermeye kalkarsanız ciddi problemler doğar.
Nitekim Abdülbaki Bey’in bütün eserleri böyledir.
Dahası, arkasından gelen nesle de çok kötü bir örneklik teşkil etmiştir. Ondan sonradır ki denize dalmayan herkes tasavvufi metinleri anlamaktan bahseder olmuştur… Dolayısıyla tasavvuf konusunda Abdülbaki Bey’i otorite olarak almak mümkün değildir.
Yakından tanıyanlar ahlâken de zaten müsait olmadığını söylüyorlar. Benim şahsi görüşüm de bu yöndedir. Ömrünün son on yılında, köken olarak Caferî bir aileden geldiği için, Caferîliği yeniden keşfetme hevesine kapıldı.
İran mollalarıyla çok sıkı dirsek temasına girdi. İran’dan kendisine çok kitap getirildi.
Dolayısıyla Caferîliği keşfetti yeniden ama Caferîliğin içindeki o irfani özü göremedi. Caferîliğin fıkıh kitaplarını okudu. En son bir ilmihal tercüme etti, Caferîliğin fıkhi yönüyle ilgilendi. Caferîliğin içindeki o tasavvufi yönü göremedi. O yüzden bu alandaki sözleri de bir kıymeti haiz değildir.
Soru-Yani ‘bir kâmil mürşide varmadan olmaz’ diyorsunuz?
Cevap-Elbette. Varsa bir örnek gösterin. Yoktur. Şimdi bunları niçin zikrettim? Tesiri bütün topluma şamil bir zıtlaşmanın sebebi olan eserler ve şahıslar resmi eğitim anlayışımızı şekillendiriyor hala. Hakkı en uygun üslup ile söylemek lazım.
Şimdi deniyor ki “Biz de Muhammed sav diyoruz; biz de şer’-i Ahmed diyoruz…” Bu mollaların anlayacağı bir düzey değildir.
Anlama davasında bulunup eser yazarlarsa çok can yakarlar. Yarım hoca dinden eder misali insanı dinden ederler… Mollaların bu yolda çok fırın ekmek yemesi lazımdır.
O zaman belki bir Hz. Mevlâna olurlar.
Mevlâna molladır, Molla Hüdâvendigâr’dır esas ismi, medrese mollasıdır, medrese hocasıdır.
“Aşk peygamberi” olarak tanımlanan Mevlâna, zannetmeyin ki başka bir gezegenden gelmiştir, Hayır, medrese sıralarından geçerek, rasyonel bir takım dini ve dini olmayan ilimler tahsil ettikten sonra içe girmiş bir kimsedir.
Bir mürşidden el tuttuktan sonradır ki dikey tekamüle geçebilmiştir. Ancak ondan sonra Sultânul Âşıkîn olmuştur.
Netice-i kelam, bir bilgi ancak o bilginin kaynağından beslenen kişiden sadır olursa bir anlam taşır. Aksi takdirde ancak kavga gürültü sebebi olmaktan başka bir işe yaramaz. Hep de böyle olmuştur.
Soru-Çok teşekkür ediyoruz Hocam. Allah razı olsun; irşadınız daim olsun.
Cevap-İlginiz için varolun. Önemli bir hizmet veriyorsunuz….
M.Nur Mertkan HaberKültür.Net