Ne güzeldir o şarkı:
“Söylemek istesem gönüldekini
Dilime dolanan ıstırâb olur
Yazsaydım derdimin ben bir tekini
Ciltlere sığmayan bir kitâb olur.”
Bu sözlerin bu kadarına katılıyorum, fakat sonrasına, hayır:
“Ah ne yaman çileli bir insanmışım
Sunulan her zehri şifâ sanmışım.”
Eğer ıstırâbı ıstırap olarak, çile olarak görüyorsa ve üstte olduğu gibi bir şikâyet havası taşıyorsa, o insanın bu sözlerinin takdîre şâyan bir tarafı olamaz! Zirâ, gönül derdi ıstırap olmalıdır; hasret ve zehir zemberek bir yanış olmalıdır. Bundan başka bir derde gönül derdi demek, abestir.
“Gönül yarasından acı duyanlar…
Feleğin kahrına boyun eğermiş” diyen şâir de gönül yarasından tam mânâsıyla acı duymuş biri miydi acabâ?
“Sunulan her zehri şifâ sanmışım” diye hayıflanan da, aşkın devâsız bir zehir olduğunu; şifânın da gene aynı zehirde bulunduğunu, gün olup, bilebildi mi ki?
Feleğin kahrını kahır olarak gördükçe gönül yarasının, aşk derdinin kıvâmını bulduğu söylenebilir mi?
“Yandım” diyenin külünü görmek isterler; “eridim” diyenin su olduğunu… ve öldüğünü iddiâ edenin de bir mevtâ gibi itaatini!
Bu emâreler yoksa, gönüldeki dert, ıstırap sayılmaz! Yanmış, kül olmuş; irâdesiz bir âşıktan gayrı herkesin derdi ciltlere, sahifelere, satırlara sığabilir. Ama, “Hamdım, piştim, yandım” diyebilen kaç kişiyi gördün ki,
“Ne çileli insanmışım”diye acı acı feryâd etsin?
Tartıda eksik gelen malı alabilmek için, ahmak olmak gerek. O hâlde, aşk bahsinde noksan gelen sözler, mustarip ve gerçek bir âşıka gıdâ olamaz! Hakîkî âşık, her şeyin gerçeğine vurgun olduğu gibi, kelâmın da en hasına rağbet eder.
Yüce dağların başı hep karlı olur. Ulu dağların, ulu diye anılmasının sebebi, tepelerinin hep karla kaplı oluşundandır.
Koca Yûnus:
“Kalpden ulu dağ olmaz” derken, kalp sâhibi insanların da gönül tepelerinde dâimâ kar barındıracağını ne zarif şekilde ifâde etmiştir.
Yüce Kitabımız, “kalp sâhibi” kimseleri övüyor.
O hâlde ulu dağların başındaki kar, bir mihnet nişânesi değil, bir rahmet vesîlesidir.
Hem, öyle bir rahmettir ki; sâdece o dağın kendisine değil, o dağın eteklerinde yaşayan her canlıya hayat bağışlayan bir iksirdir. Yeter ki insan, o karların mihnet değil rahmet olduğunu bilsin; inansın ve başına yağan karı eritebilsin.
Bu kar,
bâzen şu veyâ bu şahıs, bâzen de herhangi bir hâdisedir. Netîcede kar, kardır. Nefsi bile olsa, eriyecektir. Eritilmelidir. Boşuna dememiş şâir:
“Nemrut Dağı, Nemrut Dağı! Senin de bir zelzelelik canın vardır” diye…
Bir ilâhî deprem yaşamadan insanın benlik karının erimesi mümkün değildir.
Maddî zelzeleler Nemrut Dağı’nı bir çırpıda yok edebilir de, insanoğlunun asıl baş ağrılarının kaynağı olan benlik karı ille de bir lûtfa uğramadıkça bana mısın demez!
Bu lûtfun göbek adı ise, tek kelimeyle, “aşk”tır. İşte, ciltlere sığmayan ıstırap da, yalnız ve yalnız böylesidir.