Pazar, Aralık 8, 2024
Ana SayfaAbide Şahsiyetlerİlhan Ayverdiİlhan Ayverdi kimdir? Hakkında

İlhan Ayverdi kimdir? Hakkında

Ömrünü Türk kültür ve îman hayâtına adamış olan İlhan Ayverdi, 24 Ekim 1926’da Manisa’ya bağlı Akhisar’da doğdu.

Ruslara karşı kahramanca savaşan Dağıstanlı halk kahramanı ve lideri Şeyh Şâmil’in hanımı, babaannesinin hala­sı olur. Baba tarafından dedeleri Hasan Basri Bey’in kabri, Ortaköy’deki Yah­ya Efendi Dergâhı bahçesindedir.

Anne tarafı Sofyalı, büyük babası Serez eş­râfından, Negova ve Belova’da çiftlik sâhibi bir beydir. 93 Harbi sırasında “Bulgarlar çiftliklerinizi basıp sizi öldürecekler” haberini alınca çâresiz kalan âile toparlanıp önce Bursa’ya oradan da Ödemiş’e gidip yerleşirler.

Türk târihinin bu acı günleri üzerinden geçen bir asra yakın zaman sonra, İlhan Ayverdi, kıymetli ilim adamı olan eşi mimarlık târihçisi Yüksek Mühen­dis Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi ile Balkanlar’daki âbidelerimizi tespit ve plan­larını çizme çalışmalarını yapmak üzere Bulgaristan’da bulundukları sırada Be­lova’daki tren istasyonundan geçerken çiftliklerinin yerinde, bir yerleşim merkezi kurulduğunu göreceklerdir.

Âilelerin Mehmet Murat ve Fatma Pâkize isimli çocukları Ödemiş’de evlenir ve Akhisar’a yerleşirler. Bu çiftin Akhisar’da doğan dört evlâdından üçüncüsü olan İlhan Ayverdi, ele avuca sığmayan hareketli bir çocuktur.

Öyle ki daha ilkokulda iken, bir gün evlerinin üçüncü katındaki balkonun korkuluğuna çı­kıp oturarak büyüklerinin yüreğini ağzına getirmiş, nice dil dökmeden sonra güçlükle aşağıya indirilebilmiştir.

Gene babasının vefâtından sonraki bir yaz sabahı erkenden kalkıp güneşte koyulaşmaya bırakılan salça ve reçel tepsile­rini birbirine karıştırırken annesi tarafından yakalanmıştır.

Küçük yaşta çocuk felci geçiren ağabeyi Basri ile ablası Samime daha sakin mizaçlıdır. Âileye en son katılan fert ise küçük kardeş Vasfi’dir.

İlhan Ayverdi, daha çocukluk yıllarında cömertliği, yardımseverliği, arkadaş­ları ile çok iyi geçinmesi, vefâkâr oluşu ve gönül kırmaktan son derece çekin­mesi, etrafına karşı çok müşfik davranması ile yakınlarının dikkatini çeker. İle­riki senelerde bu güzel hasletleri daha olgunlaşacak ve onu bir ihlâs âbidesi haline getirecektir.

Öyle ki ileriki senelerde sayıca çok fazla olan yardım ta­leplerinin her birini karşılamaya çalışırken sıkıntıya düşmesinden endişe eden­lere, “Ekrem Bey bu parayı sadece benim için kazanmadı” diyecektir.

Küçük İlhan aynı zamanda çok cesur bir kızdır. Yüzmeyi de çok sever. Nite­kim biraz daha büyüdüğü zamanlar, kayıkla açılarak oradan denize atlayıp yüz­meye başladığı da yakınlarının hâtıralarından bize ulaşan özelliklerinden biridir.

Evdeki dînî havayı anne temsil ederken, Millî Mücâdele’ye fiilen iştirak eden baba da son derece kuvvetli olan millî hisleriyle temâyüz eder. Öyle ki Kur­tuluş Savaşı’nda Ege taraflarında faaliyette bulunan ve Galip Hoca takma adıy­la tanınan Celâl Bayar ile zaman zaman evlerinde baş başa vererek planlar ya­par, çalışırlar.

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali sırasında Akhisar’a doğru gelen düşman kuvvetlerinden kaçmak isteyen ve çoğunluğu kadın ve çocuk­ların teşkil ettiği Türklerin bindiği treni kaldırmak istemeyen Rum makinistin şakağına tabancasını dayayarak trenin hareket etmesini sağlayıp halkı Yunan kuvvetlerinin elinden kurtaran Murat Bey, işte böyle gözüpek bir şahsiyettir.

Şerefle taşıdığı İstiklâl Madalyası büyük oğlu Basri Bey’in torunları tarafından saklanmaktadır. Evlâtlarına millî değerlerimizi aşılamakta çok titiz davranan Murat Bey, savaş hâtıralarını anlatırken gözyaşlarını tutamaz.

Görülüyor ki muhterem İlhan Ayverdi’nin dînî duygularının temelinde annesinin, millî duy­gularının temelinde de babasının tesirleri büyüktür.

Eşine ve çocuklarına çok düşkün olan baba Murat Bey, 1930 yılının başların­da rahatsızlanır. Hastalığına gırtlak kanseri teşhisi konur. Ne yazık ki o devirlerde Türkiye’de henüz bu hastalığın tedavisi olmadığın­dan Murat Bey doktorların tavsiyesine uyarak Viyana’ya gider. Sık sık gönderdiği mektup ve kartlarla hanımını ve çocuklarını habersiz bırakmaz.

Bunlardan birinde kızına şu satırlarla seslenir: Yavrum, mektubundan çok memnun oldum. Üç gün evvel gelen resimde seni “Cumburiyet Kızı” görünce çok sevindim. Aferin kızım oku da adam ol, gözlerinden öperim yavrum.

Maalesef tedâvi sonuç vermez ve 1932 yılında Murat Bey vefat eder. Bu du­rum, henüz sekiz yaşında olan küçük İlhan’dan gizlenerek Torbalı’daki hala­sının evine gönderilir. Yazı orada geçiren İlhan Ayverdi, kışa doğru eve dön­düğünde, “Bunları baban gönderdi” diye verilen oyuncaklarla oyalanır.

Tam bir sene babasının ölümü ondan gizlenirse de o, isim veremediği bâzı şeyler sezer ve zaman zaman içini bir hüzün kaplar.

Bir gün eve gelen komşu hanım kendisini işâret ederek “Haberi var mı” di­ye sorunca, oyuncakları ile oynamakta olan küçük İlhan, durumu derhal an­layarak “Babam öldü mü?” diye ağlamaya başlar.

Bu, hayâtının ilk büyük acı­sıdır.

O akşam onu biraz olsun neşelendirmek için tiyatroya götürürler. Zaten o devirde bu Anadolu kasabasında sinemanın kurulmasını sağlayan da Tayya­re Cemiyeti’nin başkanı Murat Bey’dir.

Âilenin hayâtındaki bu büyük değişiklik üzerine çocuklar yalnız kalmasın diye büyükanne evini bozarak kızının yanına taşınır. Dayı İsmail Bey harika bir insan­dır. Böylece teyze, dayı ve büyükanneden oluşan kalabalık bir akraba grubu âi­leye bu zor devrede yardımcı olacaktır.

Aralarında eşine az rastlanır bir âhenk vardır. Durumu çok yakından hisseden ve yaşayan Samime ve İlhan Hanımlar, bu konudaki müşâhedelerini daha ileriki yıllarda şükrederek yad ederler.

İlhan Ayverdi, ilk ve orta tahsilini Akhisar’da tamamlar. O devirde Akhisar’da lise olmadığı için İzmir’deki Karataş Lisesi’ne kaydolur ve 1943 yazında lise diplomasını alır.

Küçük yaşlardan beri okumaya meraklı bir çocuktur. Öyle ki dayısının evlene­ceği gün herkes düğüne gitme hazırlığı yaparken, onu hiçbir şey yokmuş gibi oda­sında kitap okumaya dalmış bir şekilde bulurlar ve hazırlayıp düğüne götürürler.

Başarılı bir lise tahsilinden sonra maalesef ağır bir peritonite yakalanarak yüksek ateşle yatağa düşer.

Bir hayli zayıflar. Yakınlarının aylar süren endişe­li bekleyişi sonunda rahatsızlığını atlatıp sıhhatine kavuşur. Ancak bu ona tah­sil hayatında kaybedilen iki yıla mâl olur.

Lisedeki edebiyat hocası Müfide Hanım ile aralarında oluşan sıcak râbıta fa­külte seçiminde de ona rehber olacaktır. Lise son sınıftayken 1943 yılında ağa­beyi Basri Tolun’a yazdığı mektupta: “Üniversite için ne büyük ümitlerle dolu­yum bilsen. Bana insan asıl bilgisini orada elde edecek gibi geliyor. ” diye yazar.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne gi­rer. Bu seçiminden de hiçbir zaman pişmanlık duymadığını her vesileyle ve büyük bir memnuniyetle ifâde edecektir.

Fakültede çok değerli hocaların elin­de yetişecek, aynı zamanda ileride en kıymetli fıkra yazarlarından biri olacak Ahmet Kabaklı ile de aynı sınıfı paylaşacak ve bu güzel dostluk Kabaklı’nın vefâtına kadar kesintisiz sürecektir.

Tarık Buğra’nın ilk eşi Jale Baysal da yakın sınıf arkadaşlarından biridir ve daha sonra bir yazısını “Türkoloji Bölü­mü’nden arkadaşım, dünyânın bütün mihnetlerine yiğitçe göğüs germiş, bü­tün nimetlerine de kavuşmuş, değerli arkadaşım, İlhan Ayverdi’ye” ifâdesiyle kendisine ithaf edecektir.

1949 senesinde üniversiteden mezun olduktan sonra edebiyat öğretmenliği­ne başlar. Sırası ile Anarat Hiğutyun Ermeni Ortaokulu, Galatasaray Lisesi, Zoğrafyon Rum Lisesi (1951-55), Saint Joseph ve Saint Michel Fransız Liseleri ve 1960 senelerinde Çapa Eğitim Enstitüsü’nde edebiyat öğretmenliği yapar.

On iki sene süren öğretmenlik hayâtının ilk yıllarında yaşının gençliği dolayı­sıyla bâzı zorluklarla karşılaşır.

Şöyle ki, Rum Mektebinin on ikinci sınıfında öğretmenlik yaparken kendinden büyük talebesi vardır. Hocalığının ilk gün­lerinde sınıfın haşarı ve lâubâli çocuklarından biri İlhan Hanım’a kaç saat ede­biyat dersi olduğunu sorar.

Aldığı cevap üzerine mânâlı bir gülümsemeyle “Keşke daha fazla olsaydı” diye içini çekince genç hoca ne diyeceğini bileme­yerek duymazlıktan gelir.

Ancak gene o günlerde tam dersten çıkarken vuku bulan aynı tarz bir hareket üzerine dayanamaz ve kendinin bile tanıyamadığı bir sesle öğrencilere “Kim söyledi onu” diye bağırarak üstlerine yürür. Bu sert çıkıştan sonra bir daha kimse sınıfın disiplinini bozmaya cesâret edemez. Bu hareketi hâdiseler karşısındaki dirâyetini gösteren hâtıralarından biridir.

Saint Michel Lisesi’nin 1952-53 yıllığının “Portreler Galerisi” köşesinde öğ­rencileri onun hakkında şu satırları kaleme alırlar:

Edebiyâta gelir. Metodlu ve talebeyi sıkı çalıştıran bir hocadır. Çok cid­di olduğunu sanmayın. Zaman zaman güler. Fakat bâzen de kabuğu­na çekilir. En çok “Size de bir şey söylenilmiyor ki” der. Bizleri “Rosé Kütüphânesi”nin çocukları gibi görmek ister. Derslerini teneffüse uzatmaması alışkanlıklarından biridir.

Ki biz bunu diğer hocalarımı­zın da yapmasını isteriz.

Tolun Hanım’ın bu konudaki kararlılığı ke­sindir ve kendisinin bir hanım olduğu göz önünde tutulacak olursa bu oldukça nâdir karşılaşılacak bir durumdur.

Talebelerine millî ve manevî değerleri aşılamada gösterdiği gayreti, öğrenci­si Kurban Aktimur, memleketi Van’dan artık bir İngilizce öğretmeni olarak yazdığı mektupta şöyle ifade eder:

Şânı büyük aziz hocam; kalbimin, ruhûmun en temiz hissi ile seslene­bilmeme kıymetli müsaadelerinizi diliyorum ki en derin özleminiz, hasretiniz içinde bulunan ve dâima size duâ eden, sizi minnet ve şük­ranla anan bir insanım. Evde kaç kere müşfik şahsınızdan bahsedin­ce gözlerim dolu dolu olmuştu.

Hz Ali; “Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum” demiş. Sizin öğ­rettikleriniz yanında temiz şahsiyetiniz bile bana bir kültür kaynağı oluyor, sizi örnek alıyordum değerli hocam.

Siz bize hem hoca, hem anne, hem baba hem örnek terbiyeci idiniz. Hakkınız, emeğiniz, üzerimizde pek çoktur. Okula geç gitmiştim. Bü­yük şehirlerde, büyük topluluklar arasında pek bulunmamıştım.

Bu sebeple intibak edemiyor, bir kompleks içinde bulunuyor, sıkılıyor ve üzülüyordum.

Bir edebiyat dersindeki konuşmamı çok sert bir dille tenkit eden batılı bâzı arkadaşlar şîvemle alay ediyorlardı. Üzüntümü gördüğünüzde beni teselli etmiş ve “Kurban, oğlum üzülme, atarlar seng-i târizi dıraht-ı meyvedâr üzre” demiştiniz. Arkadaşların alay et­melerine mâni olmuştunuz. O günden sonra ben size minnet ve şük­ran borcu içinde okula bağlandım.

İlginiz olmasaydı, okulu yarım bı­rakacak ve doğulu olmama, hayata küsecektim. İşte sevdiğim bu ha­yâtı size borçluyum aziz hocam. Fatma Hanım’ın, Behçet Necatigil’in ve daha başka hocaların da bulunduğu bir yaz dönemi sözlü imti­handa siz bana edebiyattan ne kadar çok yardım etmiştiniz.

Allah da size yardım etsin çok aziz hocam. Sizi saygı ile minnettarlıkla anmak bizim Türklük, insanlık borcumuz ve milli örfümüz nedeniyledir.

İstanbul Maârif Müdürlüğü’nde çalıştığı dâirede, Mehmet Örtenoğlu ile tanış­ması onun hayâtının dönüm noktalarından biri olacaktır. Bu müstesna insan medrese mezûnu iken dişçi mektebini bitirmiş, Birinci Cihan Harbi?nde Irak cephesinde İngilizlere esir düşerek o kargaşalıkta diplomasını alamamıştır.

Hocası onu Maârif Müdürlüğü’ndeki vazifesine yerleştirir. Diplomasını ne­den sonra alabilen Mehmet Örtenoğlu, “Efendim beni bu vazifeye koydu, baş­ka bir talebim yok” diyecek bir gönlün sâhibidir. Aynı zamanda gençlerin soh­betine doyamadığı muhterem bir insandır.

İlhan Ayverdi’nin hayâtındaki ikinci dönüm noktası ise Sâmiha Ayverdi ile tanışmasıdır. Bir gün “Haydi Bâbıâli’ye gidip bir roman alalım” diyen akraba­sı bir genç ile Garbis Fikri’nin Cağaloğlu’ndaki kitabevine giderler.

Garbis Bey kendisine Sâmiha Ayverdi’nin Yaşayan Ölü adlı kitabını tavsiye eder.

Bu tavsiyeyi önce kayıtsızlıklââa karşılayan ve o zamanlar henüz on sekiz yaşlarında bir genç kız olan İlhan Hanım, yanındaki arkadaşına “önce sen oku” diyerek kitabı verir. Bir müddet sonra kitabı okumaya başlayınca da dünyâsının değiş­tiğini hisseder.

Hemen aynı yerde çalıştığı büyüğü Mehmet Örtenoğlu’na ko­şarak Sâmiha Ayverdi’yi tanıyıp tanımadığını sorar. Aldığı cevap kuru bir evet­tir.

Halbuki Mehmet Dede, âileyi yakından tanımakta olup senelerdir sohbet meclislerine devam etmekte fakat o zamânın edep ve terbiyesi gereği henüz işlenmemiş bir cevher olarak telâkki ettiği genç talebesine sır vermemektedir. Bu böylece üç sene sürer.

1948 senesinin bereketli bir gününde Mehmet De­de, İlhan Hanım’ı elinden tutar ve Sâmiha Ayverdi’ye götürür.

Bu ilk karşılaşmada Sâmiha Ayverdi, İlhan Hanım’a “Namaz kılıyor musun?” diye sorar. “Alaca” cevâbını alınca “Kıl, kıl” der. Oradan çıkışta da aynı zaman­da Sâmiha Ayverdi’nin de hocası olan Ken’an Rifâî’nin konağına giderler.

Muhtemelen 1949 târihinde gerçekleşen bu ilk görüşmeden sonra İlhan Ha­nım, Fâtih’deki konağa bu müstesna şahsiyetin vefat ettiği 1950 yılına kadar müteaddid defâlar gidecektir.

Gene annesi ve Mehmet Örtenoğlu ile birlikte ziyâretlerine gittiği bir gün, edep ettiğinden yukarı çıkmayarak aşağıda kalır. Kenan Rifâî Hazretleri “İlhan nerede?” diye sorduklarında ise Mehmet Örtenoğlu, “Rahatsız etmemek için çıkmadı” cevâbını verir. Verilen karşılık çok güzel ve mânidardır. “İnsan hiç babasını rahatsız eder mi?”

Sâmiha Ayverdi ile önceleri biraz resmi olan görüşmeleri, 8 Ekim 1959 tâ­rihinde Ekrem Hakkı Bey ile evlenmesiyle çok daha sıkı ve muhabbetli bir kıvam bulur. Bu hâdise hiç ummadığı bir şekilde ve çok sevdiği büyüğü Mehmet Dede’nin aracılığıyla gerçekleşmiştir. Hiçbir zaman aklına getirme­diği bu evlilikle, kendi deyimiyle kesif ve son derece güzel bir kültür dün­yâsının içine girer.

Artık on iki yıl süren hocalığın yerini bundan sonra Sâmiha Ayverdi ve Ek­rem Hakkı Ayverdi ile berâber yürütülen cemiyet çalışmaları ve özel kültür fa­aliyetleri alacaktır. Ekrem Hakkı Ayverdi ile evlilikleri herkese örnek olacak bir güzellikte geçer.

Öyle ki daha nişanlılık devresinde Ekrem Hakkı Bey ona yazdığı bir mektupta” Sizinle olan hayâtımız inşaallah çok neşveli olacak, evi­mizde siz, bütün ihvânı ve sevdiklerimizi toplayacak bir merkez kuracaksınız” der.

Bu temenni yerini bulur ve hakikaten herkes tarafından sevilen İlhan Ay­verdi, bilhassa gençlerin “Abla”sı olarak onların her türlü dertleriyle dertlenip, sevinçleriyle neşelenerek Ekrem Hakkı Bey’in evini bir merkez hâline getir­mekte gecikmez.

Aynı zamanda, sabırlı, yumuşak ve iyimser mizâcıyla, temel­de son derece kıymetli özelliklerle mücehhez fakat zor tabiatlı eşinin hayâtını kolaylaştırarak ona huzur, şefkat ve muhabbet dolu bir zemin hazırlar.

Sâmiha Ayverdi’nin kendisine yazdığı şu kısa ama öz ithaf bu bakımdan kayda değerdir. “İlhancığım! Efendimin sonsuz nimetleri içinde gene ondan verilmiş bir ihsân-ı ilâhisisin bu âcize. Başka türlü düşünme! 03.03.1989.

Fa­kat 1965’de hayâtının istikametini değiştiren büyüğü Mehmet Amca’sını kay­beder. Kısa bir zaman sonra, 3 Ekim 1968’de de âilenin en küçüğü henüz otuz sekiz yaşındaki kardeşi Vasfi’nin ölümüyle en büyük acılarından birini daha yaşar.

Bu acıdan kısa bir müddet sonra, profesörler cübbeleriyle, sokaklarda yürü­yerek devleti protesto ederler. Bu hâdiseye çok üzülen İlhan Ayverdi, “Maâri­fe verdikleri zarar bakımından bu hareketin acısı Vasfi’nin acısını bastırdı” di­yerek vatanı ve imânı için duyduğu üzüntünün şahsi dertlerinin üzerinde ol­duğunu bir kere daha gösterecektir.

1960 ile 1976 seneleri arasında Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osman Gazi’den Fâtih devrine kadar olan mîmârî mîrâsımızı topladığı dört ciltlik muhalled ese­rinin ve Balkanlar’daki Osmanlı devrine âit bütün mîmârî eserleri içine alan külliyâtının hazırlanmasında Anadolu ve Rumeli’yi karış karış gezerek çalışmalara fiilen iştirak eder.

İlhan Ayverdi bu 20 senelik devrenin Ekrem Hakkı Ay­verdi gibi bir kıymeti çalışmalarında desteklemenin, seyâhatlerdeki büyük güçlüklere rağmen hayâtının en zevkli ve şükredilecek devrelerinden biri ol­duğunu her vesile ile söyler.

Bu meşakkatli günlerde İlhan Ayverdi bütün soğukkanlılığı ve yapıcılığıyla eşinin yanındadır.

Son Rumeli seyahatinde bir akşam Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, Budapeşte’de kalacak yer bulamayıp çöken akşam karanlığıyla birlikte ümitsiz bir şekilde “Bu yaşta buralarda işim ne?” diye hayıflanırken hemen kendine ge­lerek “Doksan yaşındaki Akçakoca at sırtında kılıç sallarken benden yaşlı değil miydi?” deyip bu bir anlık meyusiyetten kurtulmasında en büyük pay hiç şüp­hesiz her zaman onun yanında yer alan hayat arkadaşının desteğidir.

İlhan Ayverdi, 1970 yılında kurulan ve aynı zamanda isim annesi olduğu Kubbealtı Vakfı’nın da başkanlığını yürütmektedir. Bu arada Sâmiha Ayverdi ile aralarında eşine az rastlanan bir mânevî râbıta ve teşrik-i mesâî vardır.

Bu derin münâsebet Ekrem Hakkı Ayverdi’yi de pek memnun etmekte ve kız kar­deşine bu vesîle ile sık sık latife yapmaktadır.

Yurt içi ve yurt dışı seyahatle­rindeki mektuplaşmalarında bile millî kültür meseleleri hakkındaki görüş te­âtisi ve bilgi alışverişini sürdürmektedirler. İlhan Ayverdi 1971 yılında Edir­ne’den yazdığı mektupta Sâmiha Ayverdi’ye şöyle demektedir: “Fâruk Timurtaş ile mâlum meseleyi görüştük, nizamnâmeyi verdim, okudu.

Gelecek toplantıya taranacak 250 eserin listesini hazırlayıp ge­lecekmiş. Safvet Hanım da yanımızda idi. Fâruk Bey’in işe çok ehem­miyet vermesi onda da çok müsbet tesir bıraktı.

Maddî husus üzerin­de ciddi şekilde düşünmeye ve imkan araştırmağa başladı.”

Aynı sene yazdığı bir mektupta da serçenin kırk hikayesi vardır kırkı da darı üzerine” atasözünü haklı çıkarırcasına gene lugat hazırlıklarından bahset­mektedir. “… onlar gittikten sonra biz Nihad (Sâmi Banarlı) ve Fâruk (Kadri Ti­murtaş) Beylerle hesâba oturduk.

Sarf edilecek parayı ve getireceği kârı size hiç yazmayayım. Astronomik… Hep berâber bir hayli güldük. (Amma çayı geçece­ğiz. Efendimizin lûtfu ile inşallah değil mi efendim?)

İlhan Ayverdi’nin uzun zamandır kafasını kurcalayan meselelerden biri de Türk dilinin içinde bulunduğu çıkmazdır. “Bu yolda Kubbealtı ne yapabilir?” sorusunun cevâbını henüz bulabilmiş değildir.

Bir gün mutfakta her zaman ol­duğu gibi eşinin kahvesini pişirirken gönlünde cezvedeki köpük gibi bir işti­yâkın kabardığını hisseder.

Zihnine şimşek gibi bir fikir düşmüştür. “Kubbeal­tı bir dil akademisi kurmalıdır. ” Hemen bu fikri Ekrem Hakkı Bey’e açar. “Ne­den olmasın” cevâbını alınca soluğu Sâmiha Ayverdi’nin evinde alır. Esasen hemen her gün fikir alış verişinde bulunduğu Sâmiha Ayverdi kendisine söy­leyeceklerini notlar hâlinde kağıda yazmak alışkanlığındadır.

İlhan Hanım he­yecanla “Efendim size bir şey söylemek istiyorum” der demez kendisinden şu cevâbı alır: “Bir dil akademisi kuralım değil mi?” İşte bu hayırlı teşebbüsün başlangıcı iki zihnin ve gönlün ilâhi bir cilveyle aynı zaman ve noktada birbi­rinden habersiz buluşmasıyla olur.

İlhan Hanım hemen faaliyete başlayarak bir grup dil âlimini bu yolda çalışmak üzere dâvet eder.

İşte kendi ifâdesiyle lugat serencâmının sâdece bir kısmı: Arapların bir sözü var, ?Küllü câhilün cesur? yâni bütün câhiller ce­surdur. Lugat çalışmasının ne kadar külfetli ne kadar müthiş bir şey ol­duğunu bilmeden biz üniversite ile bu işe başladık.

Başladık, o zama­nın kültür müsteşarı Emin Bilgiç’ti. Emin Bey çok alâka gösterdi, biz bunu bakanlık olarak basarız dedi. Üniversite’den, İstanbul’daki Tür­koloji kısmının profesörleri, doçentleri hepsi bu çalışmaya dâhil olmak üzere -Allah rahmet eylesin Fâruk Kadri Timurtaş baştaydı- bir heyet kuruldu ve akademi bunlara neleri hazırlayabilir?

Türkçe’deki her ke­lime için bir zarf açıldı ve yüzlerce eser tarandı. Bunlar dağıtıldı, bu taramalar o zarflara konuldu ve malzeme hazırlandı.

Fakat o derece ağır ilerledi ki o zaman biz yalnızca idâreci olarak vardık burada. Fa­kat Allah rahmet eylesin Necmeddin Hacıeminoğlu ‘nun bir sözü vardı. “Bu iş kuma istemez” derdi tabiî profesörlerin kuması çoktu, şimdi be­nimki çok… Onun için çok yavaş ilerledi. Bir sene, iki sene bir şey yok ortada.

Bu çalışmaya girmişiz, îlan ettik, ben vakfın başkanı olarak bakanlığa imzamla taahhütnâme verdim, bırakmamız mümkün değil ama üniversitenin yürütmesi de mümkün değil.

Oturup başına çöke­ceksiniz bu işin. Öyle olunca ben bu işin altında kaldım. Hani çığ düş­tü altında kaldım meselesi var ya, öyle oldu ve altında kaldım.

Gerçekten de öyle olur. Allah âdeta irâdesini elinden almıştır.

Günlerce dı­şarı çıkmayarak fişler arasına gömülürcesine kesif bir çalışmanın içine girer.

Öyle ki bir gün sokağa çıkması gerektiğinde boğazdaki vapur iskelelerinin hangi yakada olduğunu hatırlamakta güçlük çekecek ve bunu anlattığında Sâmiha Ayverdi’nin gözlerinde beliren endişe bulutu, içinde bulunduğu duru­mun vahametini anlatacaktır.

Yıllar geçmekte onca dünya gailesinin içinde lugat çalışması ağır fakat karar­lı bir şekilde ilerlerken geçen zamanla birlikte şartlar da değişmektedir. İlhan Hanım önce ağır bir mîde ameliyatı olur. Gençliğinde geçirdiği peritonitten do­layı ameliyattan istenen sonuç elde edilemez. Bu arada seksen yaşını geride bı­rakan Ekrem Hakkı Bey’in de sağlık durumu bozulmaya başlamıştır.

O enerjik ve çalışkan insan artık zamânının çoğunu evinde geçirmekte pek dışarıya çıkamamaktadır. Tabiî bu durumda gene iş İlhan Ayverdi’ye düşecek eşinin mâne­viyâtını bozmamak için ayda bir gerçekleştirilen akademik toplantıları sürdür­meye daha bir özen gösterecektir.

Maalesef bütün ihtimâma rağmen Ekrem Hakkı Bey’in bozulan sağlığı düzelmez ve 24 Nisan 1984 günü İlhan Ayverdi hayâtının en büyük desteklerinden birini kaybeder. Metânetini bozmamakla birlikte acısı büyüktür.

Sanki bir kanadı kırılmıştır. Tâziye için gelerek “Ablacı­ğım, sizi dâima metin ve ayakta görmek istiyoruz. Bizi, ancak sizi böyle gör­mek yaşatır, değilse, biz de çökeriz.” diyen Ali Yardım’a şu cevabı verir: “Alici­ğim, işte hâlimi görüyorsunuz. Buna rağmen, bugün birisi: “Sizi, böyle kendi­ni salıvermiş bir halde göreceğimi hiç tahmin etmemiştim” dedi.

İnsaf artık. Biz de insanız; dünyâmın direkleri yıkıldı, omuzlarım çatırdadı. Taş değiliz ki…”

Daha sonra Ali Yardım’ın: “Ekrem Amcamın techiz ve tekfininde vazife alma arzumu Sinan kardeşimin iznine sundum. Sağolsunlar, kabul buyurdular. Alla­hıma şükürler olsun nasip oldu. Naaş-ı şerif, sevdiklerinin kolları üstünde tek­bir getirilerek yukarıdaki odasından evin husûsî gasilhânesine indirildi.

Gasil, techiz ve tekvin işini iki resmî görevli zat ile ben fakir evlâdı olmak üzere üç kişi bizzat icrâ ettik.

Ayrıca, tâli derecedeki hizmetlerde yardım edenler de var­dı. Bütün muameleleri Resulullah Efendimiz’in techiz ve tekfinini göz önüne getirerek ve o niyetle tâkip ettim. Vazife, baştan sona, sünnet-i seniyeye uygun olarak edâ edildi.” diyen mektubuna İlhan Ayverdi şu cevabı verecektir:

Mektubun beni fevkalade mütehassis etti. Çünkü evvel emirde şunun için ki insanın canı gibi sevdiklerinin canından kanından koparan ölümü karşısında nasıl davranmak gerekti nasıl davrandım bunun muhasebesini durmadan yapmaktaydım.

Kabul ve rızâ husûsunda gönlümde en ufak bir itiraz ve kıpırdama olmayacağını tahmin eder­sin sanırım ama davranışta hatâya düşmemek ne mümkün.. Sen bana Peygamber Efendimizin tutumunu bildirerek içimi rahatlattın. İnşal­lah bu babda büyük kusurlarım olmamıştır.

Olmuş ise yine de o tüken­mez rahmet mâdeninin af ve merhametine sığınırım.

Yıkanma faslına gelince sana karşı şükran hissi duymakta o müba­rek insanın nasîbi karşısında ise tekrar tekrar hayrete düşmekteyim. Kaç kişi yıkanırken başında Peygamber böyle yıkanmıştı diye düşü­nen ve ona göre davranan biri bulunmuştur.

Hey koca Ekrem Bey… Bir ömür boyu yolunda yürüdüğü, her şeyi ile uğrunda seferber oldu­ğu Rabbi ona ne de güzel ikramda bulundu.

Büyük dayanağı eşini kaybetmesiyle, kimseye hayır diyemeyen mizâcı gere­ği yorgunluğu ve gailesi büsbütün artar. Üstelik rahatsız olan Sâmiha Ayver­di’nin ona havâle ettiği mühim vazifeleri de vardır. Evi gene bütün hızıyla mer­kez olmaya devam etmekte, kesif lugat çalışmasının arasında câmiânın dertle­riyle ilgilenmeye de devam etmektedir.

Bir başka büyük acıyı 22 Mart 1993 gü­nü en büyük dayanağı ve hocası Sâmiha Ayverdi’yi kaybettiğinde yaşar. Artık omuzlarındaki yük büsbütün ağırlaşmıştır. Üstelik sağlığı da pek iyi değildir.

Zamânının büyük kısmını geçirdiği masa başında devamlı oturmak kemiklerin­de, yaşla birlikte meydana gelen kaybı büsbütün hızlandırmış ve ağrılı bir ha­reket güçlüğünü de berâberinde getirmiştir.

Üstelik bir türlü teşhis konamayan bir halsizlik ve vücudun çeşitli fonksiyonlarında bozukluk baş göstermiştir.

Bir müddet sonra bunların beyindeki bir rahatsızlıktan ileri geldiği anlaşılarak ame­liyata karar verilir. Geçirdiği beyin ameliyatından sonra dahi temposunu yavaş­latmaya râzı olmayan İlhan Ayverdi’nin sağlık durumu 2004 senesinde iyice bo­zulur.

Uzun zaman hastahânede tedavi görür. Vücudunun her noktasından teh­like sinyalleri gelmektedir. Kemik erimesinden dolayı târifsiz ağrılar çekmesine ve yatağa bağlı olmasına rağmen ağzından en ufak bir şikâyet sözü çıkmaz.

Bütün bu sağlık problemleri arasında, ömrünün yarısını verdiği lugat tamam­lanarak 2005 senesinde neşredilir. Topkapı Sarayı’nda yapılan tanıtım toplan­tısında bulunamayacak kadar rahatsızdır. Bu durum onu üzeceği yerde şöyle düşündürür:

Bu kadar takdirle karşılanan bir eserin tanıtım merâsiminde bu­lunmak benliğini kabartabileceği için bu mahrumiyet şüphesiz ki Allah’tandır ve en hayırlısıdır.

İşte böylesine hassas ve olgun bir düşünce yapısının sâhibi olan İlhan Ay­verdi, Sâmiha Ayverdi’nin deyişiyle “ezelden ebede izzetlenmiş” bu müstesna insan Türkçe’ye hediye ettiği Misalli Büyük Türkçe Sözlüğü hazırlamanın hu­zûru ve çok sayıda dostuna akl-ı selîmi ile her zaman yardım etmenin hazzıy­la, bir ilim ve irfan ocağı olma­ya devam eden evinde, 6 Kasım 2009 Cuma günü seksen üç yaşında, Cemâl’e kavuşmuştur.

Eserleri

-Misalli Büyük Türkçe Sözlük
-Türkçe Sözlük

Kaynakça

– Aysel Yüksel-Zeynep Uluant, İlhan Ayverdi Bir Hayat Bir Lugat, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2006.
– İsmet Binark, Bir İhlâs Âbidesi İlhan Ayverdi, Altay Kültür, Sanat ve Eğitim Vakfı, Ankara 2006.

Rıza Tekin UĞUREL
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!