Karagöz Bursa’da doğmuş, fakat şüphe yok ki, İstanbul’da gelişmiş… Türk zevkinin öz evlâdıdır.
O’nun, Osmanlı Hâkanlarının son pâyitahtına nasıl ve ne zaman geldiğini pek iyi bilemiyoruz.
Fakat Evliya Çelebi’nin bir kaydından anlıyoruz ki, Yıldırım Beyazıt devrindeki Kör Hasan adında bir zat, pâdişahın huzûrunda hayâl perdesi kurup, Karagöz oynatmış. Menba yani kaynak zikretmeyen bâzı müsteşriklerin -târihçilerin- kavlince – söylediklerine göre – ise, hayâl oyunu koca Fâtih’in sarayına da yabancı değilmiş.
Daha sonraları, 1539’da, Kânûnî Süleyman’ın şehzâdeleri için yaptırdığı sünnet düğünü ile,1582’de Üçüncü Murad’ın oğlu Mehmed’in sünnet düğününde sevimli Karagözcümüzü Hacivat’la karşı karşıya, ortalığı şenlendirmiş biliyoruz.
Onyedinci asırda ise, Evliya Çelebi, hayâlin İstanbul’da ne türlü rağbet gördüğünü ve revaç bulduğunu uzun uzun anlatıyor. Ve bahsettiği (Hayâlbâz)lar arasında o vakit yüksek bir sanatkâr sayılan Mehmed Çelebi’nin adını anıyor.
Bu Mehmed Çelebi, yukarıda zikrolunan Kör Hasan’ın torunu imiş. Birkaç dil bilir, mûsıkîden iyi anlar, hem şâir, hem de hattatmış. Haftada iki gün Dördüncü Murad’ın huzûrunda hayâl oynatırmış.
Evliya Çelebi, bu pür mârifet zât hakkında der ki:.
“Hasan oğlu, Hacivat’tan, Karagöz’den, akşamdan sabaha dek on beş saatte iki tasvir oynatıp gûnâgûn taklitler edip herkesi müstağrik-i hayret ederdi(hayretlerde bırakırdı).”
Mehmed Çelebi, yine Evliya’nın rivâyetince üç yüz oyun bilirmiş. Civan, Nigâr, Hoppa, Dilsizler, Dilsiz Arap, Mîrasyedi, Harman Oyunu diye bir kısmını saydığı bu oyunlardan yalnız Hamam oyunu bizim çocukluğumuza kadar perdede görünmekte devam etmiştir.
İşte hayâl oyunu böyle her devirde, birbirinden mâhir -hünerli- üstadlar elinde gün günden inkişâf ederek -gelişerek- İstanbul’un belli başlı eğlence vâsıtalarından biri olmuştu.
Buna, sanılacağı gibi sâdece çocuklar değil, her yaştan ve her sınıftan halk ziyâdesiyle rağbet göstermekte idi.
İkinci Abdülhamit devrinde Kâtip Sâlih, Serçe Mehmet, Şeyh Fehmi gibi mühim ve meşhur hayâlbazlar yetişmiştir. Bunların içinde en meşhuru Kâtip Sâlih’di. Bu zat, Karagöz oyununun tekniğinde olsun, mevzûlarında olsun, hoşa giden yenilikler yapmıştır.
Yakın vakitte Dârülaceze’de ölen Serçe Mehmed’e gelince, onun hakkında da: “Bu san’atı alıp götürdü!” diyebiliriz.
Ahmet Râsim’in “Muharrir Bu Ya!” adlı eserinde bu Serçe Mehmed’e dâir hoş bir fıkra vardır: Mehmed, bir gece Yıldız Sarayı’nda, Abdülhamid’in huzûrunda hayâl oynatıyormuş. Bir yerde oyun îcâbı:
Aya bak, yıldıza bak,
Şu karşıki kıza bak!
Demek lâzım gelirmiş. Serçe Mehmed, tam “aya bak…” dediği sırada, bir de perdenin sağ tarafına baksın ki, Abdülhamid onu seyrediyor. Bir anda, aklına yıldız kelimesinin böyle yerde ne türlü netâmeli olacağı gelivermiş. Ve derhal:
Aya bak, havaya bak,
Karşıki tavaya bak!
Deyip, tehlikeyi atlatmış.
Hayâl perdesi, ekseriya Ramazanlarda, içerileri nisbeten genişçe olan mahalle kahvelerinde kurulurdu. Lâkin Ramazandan gayrı vakitte de, İstanbul’un birçok yerlerinde haftanın muayyen -belirli- geceleri Karagöz oynattıran kahvehâneler yok değildi.
Ve buralarda mahalle halkı, hattâ civar mahallelerde oturanlar bile can atarak gelirlerdi.
Lâkin, perdenin karşısında ön sıraları işgal eden çocukların neş’esi, sevinci görülecek şeydi. Perdenin arkasında hayâlci, titrek ve donuk bir ışık veren; bezir yağına batırılmış uslüpaları -üstüpüleri- tutuşturur, fakat “göstermelik” denilen ve perdede sâbit duran tasviri bir türlü kımıldatmaz, afacanlarında sabrı tükenirdi. O zaman, el çırparak, hep bir ağızdan tuttururlardı:
Başlar mısın, başlayalım mı?
Karagöz’ün evini taşlayalım mı?
Bu tekerleme birkaç defa terennüm edildikten sonra, göstermelik yerinden ağır ağır kalkar, perdenin arkasında bir tef gürültüsüdür başlar. Derinden derinden Hacivat’ın ağdalı, boğuk sesi duyulurdu:
“Nakş-ı sun’un remz eder hüsnünde rü’yet perdesi”,
“Hâce-i hükm-i ezeldendir hakîkat perdesi…”
“…Bu hayâlî âlemi gözden geçirmektir hüner”
“Nice kare gözleri mahvetti sûret perdesi…!”
Of! Hay Hakk! Perdemi sanmayın bezden,
Hisse alın siz bu sözden…
Of! Bana bir yâr-i vefâdâr olsa… Ol söylese, ben dinlesem…
Ve hemen arkasından, Karagöz’ün mûnis, şirin yüzü görünür, köftehor, cinaslarıyla, tavırlarıyla, Hacivad’a ettiği şakalarla ortalığı gülmeden katıltır, kırar geçirirdi.
O lâubâli kahvehâne muhîtinin, tütün dumanlarına, kırık pencerelerden içeriye zehir gibi giren soğuk, iskemlelerin biçimsizliğine ve rahatsızlığına rağmen, kendine göre bir sevimliliği vardı. Ve şüphesiz ki, bu havayı, seyircileri bol bol güldürerek, gönüllerdeki pası dağıtan, neş’e ve neşât saçan, yüzlerce yıllık Karagöz’le onun kafadarları yaratıyordu.
Kendi çocukluğumun, hayâl perdesine borçlu kaldığı eşsiz neşe gecelerini yâd ettikçe, sinemadan aynı zevki elbette duyamayan bugünün çocuklarına, zamânın birer öksüzü gibi acıyasım geliyor.
Biz, Karagöz’ü öldürmeyecektik. Ona pek yazık oldu.
Hayâl perdesi bize atalarımızdan kalma mîrâsa dâhildi. Bilhassa halkın mütevâzî tabakası hayâtın üzüntülerini, kış gecelerinin bitip tükenme bilmeyen uzun saatlerini onunla oyalıyordu.
Aynı zamanda, hayâl perdesinin repertuvarı İstanbul’un âdetlerinin ve an’anelerinin küçük ölçüde bir târihi demekti. Gelmiş geçmiş devirlerin kıyâfetlerini,tâbirlerini,içtimâî –sosyal—husûsiyetlerini orada bulurduk.
Sonra Karagöz, halk esprisinin, halk edebiyâtının biricik belirme ve gelişme sahası idi. Besleyemedik, öldü. Her oyunun sonunda Hacivat’ın tekrarladığı gibi:
Yıktık perdeyi,eyledik viran!..
Fakat, gidip de bunu haber verecek, ortada, yazık ki, bir “Sâhip” bulamıyoruz.
(*)Ercüment Ekrem – Yedigün Neşriyatı. (Yayın târihi belirtilmeyen fakat en az 80 yıllık bir geçmişe sâhip olan bu kitapçık ve albümün resimleri Münif Fehim’e âittir.)