Ben ülkeler fethetmiş muzaffer bir kumandan, bir Fâtih olamam.
Ama bir Çaldıran, bir İstanbul olmak elimdedir.
Ben bir Sinan, bir Itrî, bir Hattat Osman olamam. Ama bir Süleymâniye, bir Tekbîr, bir “vav” olabilirim.
Ben bir kılıç olamam, fakat kalkan olmak elimdedir. Yazılanı bozan silgi olamam ama güzeli yazan kalem olabilirim.
Ben Yûnus olamam. Fakat Tapduk’un dergâhında bir odun olabilirim.
Ben çakmaktaşı değilsem de bir “kav” olabilirim. Senden başka bir bahsin geçmediği bu âlemde bir derkenar, bir zavallı virgül, iki büklüm bir “vav” olabilirim.
“Vav” olmaktan kastım; müstakbel Hattat Osmanlar’ın o vav’a ihtiyaç duymasıdır. Çaldıran yâhut İstanbul olmayı dilerken; Yavuz’un Fâtih’in beni fethetmek üzere göz koymalarını dilemekteyim.
Itrî, Tekbîr’i gönlünde duydu.
Sinan, Süleymâniye’yi aşkla bina edip süsledi. Bir Itrî’nin gönlüne Tekbir gibi düşmez, bir Sinan’ın gönlünü Süleymaniye câzibesiyle çelmezsem ne olur benim halim?
Yontulmayan, süslenmeyen, bezenmeyen ve bestelenmeyen bir taş, bir ağaç ve ıslıktan ibâret bir nağme olarak kalmalı mıyım?
Kesici, kan dökücü bir kılıç gibi olmak insana şan mıdır?
Ama garîb, yetim ve çâresizlere kalkmış her kılıca kalkan olmak, şandır.
Şerrin elinde, güzellikleri yok etmeye çalışan bir âlet olmak, aşağılık bir meslek, fakat “Bir Kalem veya Kelâm Güzeli” olmak da tam tersine yüceler yücesi bir meslek.
İnsanları -ama önce kendini yontup- dalını budağını atarak Dost’un dergâhına götüren bir Yûnus olmak ne müşkül… Ama o dergâhın çevresinde sâbit kadem bir odun olup, bir Yunus’un gözüne ilişmek, mümkün!
Harmanyerinde sapı samandan ayıran…
Birbirine sürtüldükçe kıvılcım saçan çakmaktaşı olabilmek zor!
Fakat o kıvılcımlardan parlayıp ateş almaya teşne bir “kav” olmam, muhtemeldir.
Bir kitaptaki ana mevzu olamıyorsam, hele senden başka hiçbir şeyin söz konusu olmadığı bir cümlede küçücük bir teferruat ve herhangi bir işâretten öteye gidemeyen bir virgül de olmayayım; senin hasretinle bir “vav” gibi kıvrılıp yanmayayım mı?