Aşağı yukarı herkesin hayat kütüğünde muayyen ve kuvvetli izleri olan vak’alar kayıtlıdır ki, başımızı mâzîye çevirir çevirmez, hemen bunlar gözümüze çarpar.
Doğumlar, ölümler, düğünler, dernekler, terfîler, aziller ve hayâtın günlük ölçülerinden aşmış unutulmaz nev’inden geçmiş vak’alar…
İşte biz, bütün bu hâfıza tarlasında iz bırakmış târihî hâdiseleri bir tarafa bırakalım. Meselâ küçük yaşta olan bir çocuk, başını geriye çevirdiği zaman karşısına çıkan ilk acılı ve acıklı sivri tümsekler Yunan, Trablusgarp, Balkan ve 1914 Birinci Cihan Harbi’dir.
Ama bunlardan da evvel, Kafkas Türklüğünün, Moskof vahşeti karşısındaki şecâat ve kahramanlıkları “Bizi unutma!” dercesine yüzüne bakar.
Kafese kapatılan aslan, nasıl homurdanır ve isyan dolu hareketlerle kafesini kırmak isterse, onu uyuşturarak buraya getirmiş olanlar bu direnişlere kulak asmaz ve bildiklerini işlemeye devam eder.
Ne ki, bir bütün olarak sanki zincir misâli birbiri ardınca devam eden cenkleri bir tarafa bırakarak, biz göz ucu ile şu garip Adalar’ımıza bakalım:
İşte Adalar…
Yaramazlığından, haşarılığından annesinin eteğini bırakıp seke seke, oynaya oynaya koşan çocuklar gibi kıyılarımıza karşıdan göz kırpan Rodos’lar, Sakız’lar, Limni’ler, Midilli’ler…
İşte anavatanın eteğine sarılırcasına ona sırt veren bu dizi dizi, sıra sıra On iki Ada misâli Trablus da arkasından zorla yetimhâneye sevk edilen çocukların hüznüyle bizden koparılmış bulunuyor.
Trablus sürgünlüğünden geri dönmüş bir garip adamın söylediklerini şimdi buraya nakledelim.
Köhne, çürük ve yolsuz vapurların safra döker gibi sâhillerine sürgün kafileleri çıkardığı Trablus’u onun gözüyle biz de gözden geçirelim…
Penceresiz evleri, kubbeleri, minâreleri, hurmalıkları, ihtiyar ve hasta bir aslan gibi, artık etrâfına korku ve dehşet salmaktan kalmış kalesi, topları, murâbıtları/askerî karargâh ve tekkeleri ile Trablus…
Hey gidi on beşinci asır!..
Barbaros’un gölgesi, Turgut Reis’in Türbesi, Dorya’lar, Hayreddin’ler, kalyonlar, korsanlar, leventler, nâre’ler/nâra, haykırış diyârı Trablus…
Dar, dolambaçlı sokaklar, içlerinde Anter(1) okunup, evlâd-ı hilâl efsâneleri dinlenen kahveler, Borna’ya Sudan’a kervanlar uğurlayan Trablus…
Gece dağ taş uyurken Fîzanlı cebbatların kuyu çıkrıklarına karışan memleket havalarında sıla hasretiyle göl göl olmuş yüreklerinin şekvâlı seslerini dinleye dinleye ürperen Trablus…
Turunç ve limon çiçeklerinin kokusu havada asılı duran saf, rahâvetli ve gönül çekici Trablus…
Trablus, 1911’de Türk-İtalyan savaşında elimizden çıktığından beri artık başı imparatorluğun çatısı altında değildir. Öyle ki son zamanlarda bir protez uzuv gibi memlekete faydadan çok sıkıntı veren coğrafya parçalarından biridir.
Ve gene ayrı dil, ayrı harse /Kültüre sâhip öteki milletler gibi aradaki bağı koparmak gayretlerinde bol bol dış mihrakların teşvik ve yardımlarını görmüştür.
İşte Osmanlı idâresinin son yıllarında Râsim Paşa gibi aklı başında yarı sürgün bir idareciden sonra gelen vâli, pusuda bekleyen silâhlı İtalyan kuvvetlerinin eline verdiği fırsatı düşünmeksizin vezâret pâyesi koparmak hırsı ile halkı birbirine düşürmüştür.
Çaşıt teşkilâtı kurmuş ve sürgünlere zebânî kesilmiştir.
Aynı adam daha büyük mikyasta kargaşalığa hattâ, isyanlara yol açan Trablus târihine mâl olmuş Kuloğlu kabilelerini, bu birkaç yüz kişiyi Osmanlı ordusuna muazzam bir milis teşkîlâtı kazandırmış gibi göstererek, sarayı da seraskeri de aldatmış, o kadar ki Alman Askerî Salnâmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun umûmî kuvvetlerinin listesine mahsus kırk süvâri alayı kaydetmiştir.
Bütün bu kötü idâre, İtalyan ordularının adımlarını yaklaştırırken hırslarını daha bilemiş, mukadder âkıbeti daha da kolaylaştırmıştır.
Ama ne zarar?
Bir bey, paşa olmuş, vâli nezâret fermânı ile bir döşekte hembezm(2) eylemiştir.
İki arada kalan çocuklar tertibi, ya fazla ihmâl, ya da fazla şımartılmak suretiyle çığırından çıkartılmış, öğreneceğini öğrenememiş, öğrenmemesi îcap eden ile yüz göz olup terâzisiz bir idâreye kurban gitmiş memleket arasında Trablus…
Gerek coğrafî vaziyeti, gerek iyi idâre edilmemek yüzünden Saray’ın tehdit çığlıklarını duymazlıktan gelen tek köşe Trablus…
Kalelerinde, zindanlarında bulunan alay alay sürgünlerine rağmen hamâset sâhibi vatan evlâtlarının baş başa verip hâlleşebildikleri, memleket meselelerini konuşup hâriçteki fikir cereyanlarını oldukça rahat tâkip ettikleri bir merkezdi ki, buraya ayak basar basmaz, derhâl havadaki müsâadekârlığı hissetmek mümkün olurdu.
Gerek Avrupa’daki siyâsî mültecilerle muhâbere, gerek Avrupa matbuatının fikir cereyanlarının tâkibi daha kolaydı.
Nihâyet Trablus sürgününün sözleri bitti ama memleket dertleri bitmedi.
(1) Câhiliye devrinden kalma bir Arap halk hikâyesi.
(2) Bezm: İçkili, eğlenceli yiyip içme ve sohbet meclisi.