(…Başını taştan taşa vura vura akan bir nehir gibi, sağına soluna bakmadan, olana bitene kulak asmadan, keyfince ve kederince geçip giden zamandan elimizde ne kalmıştır? Ya zamânın sürükleyip götürdüğü ömrümüz ile, atalarımızın, dedelerimizin, cetlerimizin hayat mâceraları bir yana; târihimizin, o şevket/Büyüklük, Heybet/ ve azamet/İhtişamlı/ asırlarımızın artık hayâle mâlolmuş , bereketinden bugün elde avuçta ne vardır?
Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve târih sahnesinde biriktirip topladığımız nafaka ve sermâyemizi silip götürdü, Açız. Göreneğinden geleneğinden, târihinden, mâzisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz. Onun için de şanlı bir târihi, şerefli bir mâziyi içinde yoğurduğumuz zaman teknesi yeni bir hamur ve bu hamura katılacak tâze bir maya bekliyor.)
(…Belki de bugünün, Türk milletine yüklediği en büyük borç, geçmişi hâlin/ Bugünün/ eşiğinden içeri sokup, geleceğin hayat ve beka imkânlarını bu anlayış sahnesi üstünde hazırlamaktır. Şu halde elden ele, dilden dile, hattâ gönülden gönüle emânet edilmiş târih, mefâhir ve mâzî/ Geçmişteki zengin ve sayısız iftiharlarımız/ yığınlarını hâfızaların hapsinden ve dalâletlerin/Doğru yoldan sapmaların/ zindanından kurtarıp âzâd etmek, aç yoksul ve yolunu şaşırmış cemiyetin arasına salarak hayat ve devam gücüne güç katmak gerek.Bir bakıma destan devri geçmiş olabilir. Ama ölüm-kalım anlarında kütlelere can bağışlayan îman devri, kıyâmete kadar insanoğlunun salınıp gezeceği bir meydan olarak sâhibini beklemektedir.)
(… Şu da var ki milletlerin yalnız dış çehresini teyid /sağlamlaştırma/ ve tespit etmek, hiçbir devirde insanoğluna yetmemiş, doyurup kandıramamıştır. Onun için de bu gökkkubbe altında yaşayan kavimler, târihlerini ve mâzîlerini sâdece kılıçla hazırlayan ve kalemleriyle yaşatan kahramanlar değil, ruhlarının ve îman hayatlarının da ezelî ve ebedî sırlarına ışık tutan rehber ve önden gidici kahramanlara, nebîlere, velîlere, erlere, erenlere muhtaçtır.
… ‘’Ölmek, dirilmek, eskimek, yenilenmek kıyâmetin bir türlüsüdür. Onun için gözleri gönüllerine açık olanlar, ’halk-ı cedîd’i/her an yeniden yaratılmayı/ her an görür ve yaratılış âleminin her lâhza bir başka libâsa/ elbiseye/ bürünüp bir gûnâ/ türlü türlü/boy gösterişini seyrederler.
Tabiat ve beşeriyet kayıtlarının kulluğundan yakasını kurtarmış olanlar için bu budur. Amma nazarları dış âlemin çalılıklarına takılıp kalmış olanlara göre elbette ki ‘halk-ı cedîd’ diye bir şey yoktur.
Biz, ferd olarak da cemiyet olarak da, çocuklar gibi dış âlemin büyüsüne çokça tutulur olduk, amma dönelim… Kendimize, kendimizde mahfuz/ saklı/ olan hayat ve bekâ iksirine/ Aşka, Olgunluk İksirine/ yeni baştan dudak değdirelim. Tâ ki yokluğun bağrından varlık baş kaldırsın ve gebe olan zaman, hâmil olduğu/ yüklü bulunduğu/ ‘halk-ı cedîd’i bir kere daha doğurup beşiğinde de sallasın…
Biz, bir târih, bir an’ane, bir görüş, bir nizam, bir üslûp, bir medeniyet kaybettik. Amma dirilişe inanıyoruz. ‘Halk-ı cedîd’ nüktesi ayân /apaçık, âşikâr/ olacak ve ademin /yokluğun/ bağrında yeni bir hayat, yeni bir çehre ile baş kaldıracaktır. Böylece de, dermansız bir ihtiyar gibi yorgun düşmüş zaman, ezelden ebede kim bilir kaçıncı seferini yapacak, kaçıncı gidiş gelişin ayak seslerini duyuracaktır?’’
(… Câhili olduğu her gerçeği inkâr eden insanoğlunun, gözlerini bağlayan ters ve menfî şartların hapsinden uğurlanmadan, doğruyu da güzeli de değil görüp yaratmak, aramak ve seçmek ihtiyâcı dahi duymayacağı âşikâr değil midir?
…. Garbın her teklifini gözü kapalı benimseme ve her yeni teklifi kontrolsüz kabul etme alışkanlığı ile millî mukavemeti kıran, millî şuûru ve millî an’aneyi çil yavrusu gibi dağıtan kütle psikolojisi, belki de içtimâî/ sosyal/ hastalıkların en tehlikelilerindendir.)
(Ah bir uyansak bir kendimize gelsek de, sanki san’atın değil de tabiatın, hayır hayır ruh yüceliklerinin zaferini terennüm eden bütün geçmiş zaman bergüzârına/ yâdigâr olarak verilen şey, hediye/ uyuklayan târihe, acımadan kıydığımız mâzîye, yanmış yıkılmış bütün bir ecdat yâdigârına: “Kimsin, nesin, hangi şeydâ, hangi yiğit, hangi yanık mü’min
yüreğinin zürriyetisin? Ananı, babanı, atanı göster…” diye sorabilsek…
…Türk kavmi İslâm îmânını benimserken, sanki ezel gününde ölçüsü ölçüsüne biçilmiş bir kaftan giyer gibi, bu yapıcı rûhu, bu arıtıcı inancı sırtına geçirir geçirmez medeniyetler kurdu, cihangir oldu. Şimdi ise, bir başka âlemde dokunmuş, boyu boyuna uymayan, ölçüsü ölçüsünü tutmayan dar bir libâsın/elbisenin/ içinde arpa boyu yol alamıyor. Acaba gün gelip, haşir zamânını bekleyen ruhlar gibi o da kaybettiği varlığa yeniden kavuşacak, yeniden dirilip ba’sü bâde’l-mevt sırrına erecek midir?
…İnsanoğlunu kendi kendisiyle muhasebeye çağıran, riyâ, yalan, hîle ve fesat misillü/benzeri/ küçültücü ve küçük düşürücü sıfatların…Hayır, hasenat, doğruluk, saffet/maddî ve mânevî mânâda saflık, temizlik/ ve ihlâs/ hâlis olmak/ ile yer değiştirilmesini sağlayan tekke; şüphesiz ki terbiyesine el koyduğu kimselerden ağır bir baç/ vergi/ ödemelerini istiyordu. Öyle ya… Bunca hayvânî vasıfları atıp, yerine insânî ve ilâhî sıfatlar getirmek, kolay ödenir bir borç değildi. Ama o çatının nizam ve inzibâtı altına girmeyi kabul edenin de bu safrayı atması çâresizdi.
… İnsanoğlunun kendi benliği ile temas hünerinin bir nevi laboratuvarı olan tekke, bu meçhul, bu tehlikeli, bu karanlık benliği, bu gayr-ı meş’ûru/ bu anlaşılamayan bilinmeyeni/ aşk ve îmâna dayanarak aydınlatıp arıtan, düze temize çıkaran bir mektep idi.
… Kendi benliğinin meçhulleri içindeki zaafları, çirkinlikleri, sakatlıkları, bozuklukları sezip yakalamak, yakalayıp imhâ etmek güç dâvâ… Belki de göklere çıkmaktan, yer altında gezmekten de güç…
İşte kendi hakikatiyle âşinâlık kurabilendir ki kendini kendi aynasında görür. Kendini kendi aynasında görendir ki kendini Hakk’ın aynasında görür. Kendini Hakk’ın aynasında gören ise kendini cümle âlemin aynasında görür ve her gün duyup tekrarladığımız Lâilâhe illallah ilmini, Allah’tan başka Allah yok dediğimiz halde sözde kalan bu ilmi, nazariyat ve tatbikatiyle ancak bu ocakta öğrenebilirdi.
-Sâmiha AYVERDİ-
-Boğaziçi’nde Târih-
————————————–