(24 Ekim 2008 günü, Dumlupınar Üniversitesi’nde yapılan anma toplantısındaki konuşma metnidir.)(*)
Efendim, hayırlı günler… hoş geldiniz!
2 Aralık 1884’de doğan ve 1 Kasım 1958’de vefât eden büyük Türk şâiri ve mütefekkiri Yahya Kemâl’in… ve O’nun bütün sevdiklerinin mânevî huzûrunda, sizleri de saygı ve sevgiyle selâmlıyorum.
“O’nun bütün sevdikleri…” diyorum, çünkü Yahya Kemal, (coğrafyaya bağlı târih anlayışına) sâhipti ve (târihe, millî kültürün ve san’atın kaynağı) olarak bakmaktaydı.
Bu yüzden, O’nun bütün sevdikleri; vatan coğrafyamızın ve şanlı târihimizin her hücresi, her satırıdır; mübârek vücutları toprak olmuş kahramanlarımız, şehitlerimiz ve bütün değerlerimizdir.
Sözlerime başlarken, şunu hemen îtirâf etmek isterim ki;
Bugün burada olmak, sizlerle buluşmak ve Yahya Kemal hakkında konuşmak söz konusu olduğunda, her şeyden önce, çekindim.”Bu iş, benim haddim değil” diye düşündüm.
Gerçekten, böyle oldu…
Fakat, bu negatif hava, küçücük bir sual ve onun peşinden gelen bir hâtırayla kayboluverdi.
Sual, şuydu:
“-Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, hangi üniversiteye Yahya Kemâl’in ismi verilmiştir?”
Yâhut:
“-Kültür diye diye âdetâ yeri koyup göğe kement atanlar… Yâni, Toprağı metrelerce kazıp, çıkardıkları batık kavimlerin kalıntılarını Türk Milleti’ne “kültür” ve “medeniyet” diye takdîm ederken; bu topraklar üzerinde yok olmaya terkedilmiş sayısız kültür ve târih hazînesine göz ucuyla bile bakmayanlar…
Meselâ, Yahya Kemâl’in aşk derecesinde bağlı olduğu şu vatan coğrafyasında, hangi üniversitede bir Yahya Kemâl Enstitüsü açmışlardır?”
Evet… işte bu suallerin yürek yakan cevâbıyla, bir anda şu düşünce bendenize hâkim olup, cesârete getirdi:
Mâdem ki böyledir; mâdem ki başta İstanbul olmak üzere ülkemizin hiçbir üniversitesine Yahya Kemâl’in adı verilmemiş… hiçbir üniversitede O’nun adına bir enstitü kurulmamıştır; o hâlde, bir ilim yuvasının çatısı altında ve siz değerli zevâtın huzûrunda bulunmamın tuhaf veyâ yersiz sayılacak tarafı olmamalı diye düşündüm.
Sonra da, bundan 42 yıl önce, üniversite öğrenciliğim sırasında uzun müddet çalıştığım İstanbul Fetih Cemiyeti bünyesindeki Yahya Kemâl Enstitüsü’nü hatırladım. Merhum Nihad Sâmi Banarlı ve diğer önemli zevâtla ilgili hâtıralarım canlandı. Bütün bunlar, beni tesellî etti.
Voltaire, “Zevke Dâir” yazısında, gerçek zevkin mükemmellik çağlarında olduğunu söyler ve âdetâ kehânette bulunarak şöyle der:(*)
(Zevk, bir memlekette bozulabilir. Bu felâket, çoğunlukla mükemmellik asırlarından sonra gelir. San’atkârlar taklitçi seviyesine düşmekten korktukları için aykırı yollar ararlar. Kendilerinden önce gelenlerin görüp anladıkları güzel tabiattan uzaklaşırlar.
Böylece “böyle zevk” kaybolur. Etrâfımızı, birbirini kolayca kırıp geçiren yenilikler sarar. Halk, neye uğradığını bilmez. Bir daha geri dönmesine imkân olmayan güzel çağa hasret çeker.)
Bugün, Müslüman-Türk’e âit her alandaki zevksizliğin, yâni “millî duyuş ve düşünce”nin; millî san’atın, millî edebiyâtın, millî târih anlayışının kayboluşunu ve bizi kırıp geçiren ne idiğü belirsiz yenilikleri bundan daha keskin ve güzel anlatmak mümkün değildir.
İşte, belki de Yahya Kemal’in bu ülkede “sıradan bir şâir” muâmelesi görmesi, bundandır.
Yahya Kemâl, “Türk’ün dünkü güzel çağlarına” ve her sahadaki üstün zevki meydana getiren o rûha hayrandı.
O, kaybolduğunu üzülerek gördüğü her sahadaki bu millî duyuşun ve zevkin millete yeniden aşılanmasının vazgeçilmez şart olduğuna inanıyor; şiirleri, sohbetleri ve yazılarıyla Türk Milleti’ne:”Uyan!” diye haykırıyordu.
Yakın zaman önce okuduğum ve önemli bulduğum bu makaleyi sizlerle paylaşmak istiyorum;
Gözlerimizi, kısa bir müddet için Almanya’ya ve Alman şâiri Heinrich Heine’ye çevirelim:(*)
1797 ilâ 1856 yılları arasında yaşayan ve Yahudi kökenli olan Heinrich Heine ile Yahya Kemal arasında fikir ve san’at yönünden bir benzerlik veyâ alışveriş yoktur. Aynı çağda yaşamış da değillerdir. Fakat…
*Heine hakkında bugüne kadar on binin üzerinde kitap yazılmıştır.
*1970 yılında onun adına Düsseldorf’da kurulan enstitü ve müzenin binâsı, bu şehre âit. Enstitüyü yöneten başkan ve yardımcısı, Heine hakkındaki araştırmalarıyla tanınan iki ilim adamı profesör. Enstitü bünyesinde 20 eleman çalışıyor. Araştırmacılar için 25.000 kitaplı bir kütüphânesi ve çok geniş bir arşivi var.
*Duesseldorf Üniversitesi’ne 1980 yılında Heinrich Heine adı verilmiş.
*Almanya genelinde 30’dan fazla okulun adı Heinrich Heine ismini taşıyor.
*Heinrich Heine Cemiyeti, 1200 üyesi ile Almanya’nın en büyük edebiyat derneklerinden biri.
*Düsseldorf’ta, çeşitli sanatçılar tarafından yapılmış 9 adet Heine heykeli var.
*Okullar, Heine Müzesi’ne gezi düzenliyor. Başlarında öğretmenleriyle gelen öğrencilere, müzedeki pedagoji formasyonu olan görevliler Heine’yi tanıtıyorlar. Heine’nin Almanya’ya bağlılığı, Heine’nin sürgün yılları, Heine’nin lirizmi, Heine’nin gezileri, Heine’nin gazetecilik çalışmaları 90 dakikalık bir derste, işleniyor.
Sonra Müze ve Düsseldorf’un eski şehir bölgesinde bulunan doğduğu ev ve amcasının evi, okulu, heykelleri geziliyor. Bütün bunlar, öğrenci başına 1 Euro karşılığı…
*Ayrıca, öğretmenlere Heine hakkında geliştirme kursları veriliyor. Sergilere eğitici açıklamalar için kurslar, Heine’nin hayâtı ve eserleri hakkında ders, Heine hakkında CD, dia, film, afiş ve diğer eğitici malzemeler hazırlanıyor
Enstitünün kendi yayınları var. Bunlar, Heine araştırmaları, sergi katalogları, Heine yıllıkları.
*Heine hakkında internette bir de Heine Portalı var. Ki, burada Heine ile ilgili araştırmalar yayınlanıyor. Başında ise, üniversitenin ilim adamları bulunuyor.
Şimdi, iç karartıcı olmakla birlikte, tekrar yurdumuza bakalım ve Almanlar’ın Heine’sine karşılık Yahya Kemal’in yâhut Mehmed Âkif’in gördüğü muâmeleyi mukayese edelim.
Kıyaslayabilir miyiz?
Peki, sebep nedir acabâ?
Türk insanı ve bilhassa Türk genci, bu sualin cevâbını mutlaka, ama mutlaka arayıp bulmalıdır.
Ararken de ciltler dolusu kitabı hatmetmesi gerekmeyecektir.
Çünkü, bu sualin cevaplarını gene Yahya Kemal’de ve O’nun eserlerinde kolayca bulacağımız, meydandadır.
Yahya Kemal,”bizim insanımız” dır.Her şiirinde,her makalesinde,her sohbetinde “Müslüman – Türk’ü” terennüm etmiştir.
Suçu, budur!
Üvey evlât yerine konmasının sebebi, budur!
O’nun, (…resim çizer, oyma oyar gibi işlediği mısrâlarında ayrıca bir sual, sırlı bir istifham da gizlidir ki, düşünmemek elde değil.
Anadolu’yu Malazgirt’ten göğüsleyip açan kahramandan bu yana, yapıcısı olduğumuz medeniyeti, tefekkürü ile, hacmi ile, şekli, çeşnisi, âhengi, iç ve dış dengeleri ile acabâ nasıl ve ne şekilde yoğurup bütünlemişiz?)
Evet… oya gibi işlediği mısrâlarında ayrıca sorduğu sırlı sual, budur! Çünkü, bu sırrı çözersek, dünkü kudretli “zevk çağlarına” ancak bu sâyede erişebiliriz.
Yahya Kemal, neden önemlidir? Neden şiirde ve fikirde “zirve adam”dır?
Ve neden, “Âbide şahsiyet”tir?
(Mısrâ, benim haysiyetimdir) diyen bu büyük insanın birkaç cümlesini birlikte okuyalım ve hangi yer, nesne ve kişiler sebebiyle
Neleri nasıl tefekkür edip, bize neleri hatırlattığına, kısaca bakalım.
14 Şubat 1921’de yayınlanan “Fıkralar ve Hâtıralar” isimli makalesinde, Topkapı Sarayı’nı gezerken:
(…”Sezersiniz ki Topkapı Sarayı, erkek değil, dişidir. Birinden ötekine geçilen yüzlerce oda, bir vücud ve ten cenneti imiş. Mermer vücutlu, sarı saçlı, mâvi gözlü İslâv kızları; kömür gözlü Rum kızları; elâ gözlü Lâtin kızları; saz benizli Çerkes kızları…”) gözlerinin önünden geçer gibidir.
Fâtih’lerin, Yavuz’ların ve Kanûnî’lerin peşinden gelen Dördüncü Murad’la birlikte Topkapı Sarayı’nın yeniden erkekleştiğini düşünür.
Çünkü, hayatları at üzerinde seferlerde geçen Dördüncü Murad’a kadarki Osmanlı cihangirleri; saraylarında çok az oturmuş ve Topkapı Sarayı âdetâ hanımların hükümranlığına terkedilmiş gibidir.
Buna bir misâl olmak üzere, şu küçük notu arz etmek isterim:
İstanbul Fetih Cemiyeti’nin kurucusu olan ve yıllarca bu cemiyetin reisliğini yapan merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’nin ifâdesine göre; Fâtih Sultan Mehmed Han, şehri fethettiğinden ölümüne kadar toplam 23 gününü İstanbul’da geçirebilmiş.. Evet, İstanbul’da yaşadığı günlerin toplam sayısı yalnızca 23 gün!
O yüzden, Yahya Kemal’in tesbiti, son derece çarpıcı ve şaşırtıcıdır.
Engin bir târih kültürüne sâhip bulunan büyük şâir, bakarsınız kabristandaki bir mezar taşının başında; bizi gene değişik duygulara sürükler. İşte, 1922’de yazdığı “Hisar’dan Şehitliğe” makalesinden birkaç cümle:
“İstanbul için ilk ölen Türklerin mezarlığında ancak onların ruhlarının havası esiyor; taşları hâk ile yeksân olmuş, küçük bir mezartaşı var, kitâbeyi okudum:
(Şehîdül-feth Mahmud Çelebi rûhuna fâtiha…) Taşa elimle dokundum, sallanıyordu. Şarkta her şeyin fânîliğini âdetâ elimle tuttum. Bu taş da ötekiler gibi, birkaç sene sonra kaybolacak. Burada hâin bir rüzgârın hâin bir elin itmesiyle zevâlini bekliyor.
İstanbul için, fetihten bir sene evvel şehit düşen Mahmud Çelebi ve onun gibi şehitlerin taşları dursalar, onların yerine bizim gibi fânîler fenâyâb olsalar, daha iyi olurdu. Çünkü o taşlar, Türk nesillerine bizlerden fazla hayat verebilirler.”
Görüldüğü gibi Yahya Kemal’e hâkim olan “vatan” ve “millet” anlayışı çok farklı bir şeydir ve sıra dışıdır. Sıra dışılıkla neyi kasdettiğimizi kendi ağzından dinliyoruz:
(…Müslüman Türk halkının milliyetini, yâni bu vatana gazâ maksadiyle gelmiş, bu maksadla, asırlarca şehîd olmuş, vatanda minâreler yükseltmiş, gök kubbeye ezan sesleri salmış bir milletin milliyetini İslâmiyetten ayrı olarak düşünmeğe imkân yoktur.
Süleymâniye’de Bayram Sabahı, Müslüman Türklerin, senede iki defâ, kendi öz mîmârîleri içinde birleşmelerini terennüm eder.
Şiirde bahsedilen Türkler, ayakları toprağa basan, yaşıyan adamlar mıdır? Evet, lâkin yalnız onlar değildir. Onlardan evvel yaşayıp şimdi ölmüş ve ruh orduları hâline gelmişler de bu Türk câmiasına dâhildir.
Şu hâlde hem ölenler, hem yaşıyanlar, senede iki defâ, bir mâbede toplanıyorlar.
Süleymâniye’de Bayram Sabahı, işte, Malazgirt Meydan Muhârebesi’nden bugüne kadar, Türkiye toprağında yaşamış ve yaşayan bütün Türklerin bu toplanışı ve topluluğudur.)
Hacı Bektaş Velî’nin ve diğer bütün uluların bir formül olarak önümüze koydukları:”Eline, beline, diline sâhip ol!” prensibini hepimiz duymuşuzdur.
Eğer şeklen değil, gerçekten insan sayılmak istiyorsak; elimize, belimize ve dilimize hâkim olmamızın önemine parmak basılıyor.
Buradaki “el” kelimesi, bir yandan kolumuza bağlı bir organımızdır, diğer yandan da “ilimiz” mânâsına evimiz, yuvamız, mahallemizdir; daha ötesi vatanımızdır.
Elimize sâhip olmak; hem vücûdumuzun bir uzvunu haramdan uzak tutmakla mümkündür, hem de içinde yaşadığımız; çeşitli mahremiyetlerin barındığı, sevinç ve sıkıntılarımızın geçirildiği, adına “âile” dediğimiz yakınlarımızın hayat sürdüğü binânın temsîl ettiği mukaddese sâhip olmak; onu koruyup kollamak demektir.
Bunun biraz daha geniş parantezdeki anlamı ise, evimizin bulunduğu “mahalle”ye ve mahallenin fertlerine sâhip çıkmaktır.
Bunu, üzerinde yaşadığımız vatan topraklarına kadar genişletince de ortaya şu mânâ çıkar ki; vatanım dediğin bu azîz coğrafyayı altında yatanlar ve üstünde gezinenlerle berâber, bir kara sevdâlı gibi sevecek ve onu sâhipleneceksin! Bu uğurda ölecek ve bundan yüksünmeyeceksin!
Sonra…
Evet, beline sâhip çıkacaksın; haramdan, uzak duracaksın. Fakat aynı zamanda, senin sulbünden gelen nesilleri iyi yetiştirip, onları en mükemmel şekilde eğitecek; gerçek birer insan olmalarını sağlayacaksın!
Onları kurda kuşa kaptırmamaktır sâhip çıkmak! Yalnızca okuma – yazma oranını artırmakla değil…Kuru ve içi boş nutuklar atarak değil, onları birer tohum diye, birer fidan diye gönülden severek yapacaksın bu sâhiplenmeyi!
Onların düşüncelerine pranga vurarak, yeni nesillerin bizlerden daha ileri olan akıl ve kabına sığmayan enerjilerine ipotek koymaya çalışarak değil!
Sonra…
Diline sâhip olacak… kötü sözden sakınacak, kimseye, kırıcı söz söylemeyeceksin. Fakat, aynı zamanda içinde yaşadığın milletin ana dilini yaşatacak, onu her türlü tehlikeden koruyacaksın! Türkçene de sâhip çıkacaksın.
Büyük Alman şâiri Goethe’nin sözü meşhurdur:
(Bir milletin diliyle oynamak, o millete yapılabilecek kötülüklerin en büyüğüdür) der.
“Velhâsıl” kelimesinin Türkçe olmadığını ve bu sebeple dilimizden çıkarılmasını söyleyenlere, Atatürk’ün:
“-Hayır! Onu Yahya Kemâl şiirlerinde kullanmıştır, atamayız!”
Karşılığını verirken dil meselesine hangi millî duruş ve duyuş içinde baktığını unutmamak gerekir. Diline sâhip çıkmak, budur!
Ana dilinle çelik çomak oynar gibi oynayanlarla mücâdele etmektir ona sâhip çıkmak! Türk dilini bir kabîle dili hâline getiren, kısırlaştıran; mefhumlarını babalarının malıymış gibi fırlatıp atan ve böylece Türkçe’nin ifâde zenginliğini, kendine has mûsıkîsini yok edenlere meydanı boş bırakmamaktır diline sâhip çıkmak!
Nesebi gayr-ı sahih uydurma kelimeleri kullanmamaktır diline sâhip çıkmak!
Vaktiyle, bir Türkçe hocası, ana dilin önemini anlatırken şöyle demiş:
(Beyrut’un hamalları sekiz dil konuşuyorlar; ama hiçbirini tam bilmiyorlar! Siz, hamal olmak mı istiyorsunuz?)
Türkçe’de, “iki yarım, bir bütün eder” diye bir söz vardır.
Evet ama, eğer yarımlar aynı cinstense, bu söz doğrudur. Meselâ, yarım elma ile yarım armut; ne bir elmadır, ne de bir armut… İnsanın da lisânın da iki tane yarımı hiçbir zaman bir bütün etmez! Çünkü, aynı cinsten değildirler.
İşte, Yahya Kemâl, Hacı Bektaş Velî’nin o beş kelimeden ibâret öğüdündeki üç temel unsuru sâhiplenmiş ve bu sâhiplenmeyi kahramanca yapmış olduğu için önemlidir, büyüktür ve gene bu sebepten dolayı bir “âbide şahsiyet”tir!
Bilindiği gibi, O’nun hayâtının dokuz yılı Paris’de geçmiştir ve Yahya Kemâl, oradaki hürriyet fikriyle dolu olarak İstanbul’a döndüğünde, Türkiye’deki, hürriyet adını taşıyan yeni rejimi, önce ciddî ve samîmi zannedip, aldanır.
Bir gün, Prens Sabahaddin’i Kuruçeşme’deki yalısında ziyârete gider. Prens Sabahaddin, İttihatçılar nazarında şüpheli adam olduğundan, Yahya Kemâl, ertesi günü tutuklanır.
Emniyet Müdürlüğü’nde -o sıralar ismi İstanbul Muhâfızı Cemâl Bey olan- meşhur Cemâl Paşa’yla karşılaşırlar. Cemâl Bey, genç şâire iltifatta bulunur ve der ki:
“-Biz bu hürriyet inkılâbını sizin gibi aydın gençler için yaptık. Bize yardımcı olunuz. Yarın, bu vatanı sizler yöneteceksiniz.”
Fakat, (Yahya Kemal’in, o gün Cemal Paşa’ya verdiği cevap, bütün hayâtının ve idealinin tam bir ifâdesidir) diyor Nihad Sâmi Banarlı.
Demiş ki Yahya Kemal:
“-Beyefendi!.. Zâtıâlînizi temin ederim ki ben vatanımı idâre etmeye ihtiraslı değilim. Vatanımın başına geçirilmek teklifine mâruz kalsam bile bu şerefi üzerime almaktan kaçınırım. Yeryüzünde yegâne ihtirâsım, milletimin dilinde, istediğim gibi birkaç manzûme meydana getirmektir.”
Yahya Kemâl, satılık bir kalem olmadığı için; mevkî sâhibi olmak, kalemini menfaati için kullanmak basitliğine hiç mi hiç düşmediği için de âbide şahsiyettir, büyük insandır.
“Cihan vatandan ibârettir îtikâdımca” inancındaki Yahya Kemâl; (körükörüne mâzîye ve târihe demir atıp kalmış bir geçmiş zaman sayıklayıcısı değildir. O’nun san’atı ile açığa vurulan târihî gerçek, bir vakitler yeryüzünün denge unsuru olmuş bulunan bu merkez kuvvetin -muhteşem Türk kültür ve medeniyetinin- arkasından duyulan hüzün ve hasrettir.)
O, (Öyle bir san’atkâr ki tıpkı ecdâdı gibi, heykelini eserleriyle çizmiş, adına kurulabilecek âbidelerin en muhteşemini mısrâlarıyle örüp, zamana ve zamânın ötesine armağan etmiştir.
Yahya Kemâl’i okumak ve anlamak, O’nun hâlâ Ortaasya bozkırlarının mürâkabesini unutmamış sesini, bir imparatorluk târihinin heyecan ve âhengi ile birleşerek yaptığı akislerini dinlemek; Türküm! Diyebilmenin sırlı anahtarlarından olsa gerek)tir.
Sözlerimizin başında belirttiğimiz gibi, Yahya Kemâl, sâdece şâir değildir. Bu konuda Peyâmi Safâ şöyle der:
(Yahya Kemâl’in en köklü ve soylu tarafı, şiirlerinden ziyâde sohbetlerinde ifâdesini bulan târih aşkıdır. O’nu dün yakından tanıyanlar, yarın şiirleriyle tanıyacak olanlardan daha fazla anlamak ve zaman zaman eşsiz kalan sıcak mâneviyâtının kaynayışlarını değerlendirmek imtiyâzına sâhiptirler.
O’nu tanıyamamış olanların, şiirleri hakkında verecekleri hüküm ne kadar müsbet olursa olsun, eksik kalacaktır.)
Yâkup Kadri ise, Yahya Kemâl’le dostlukları ilerledikten sonra, O’nun sohbetlerinde söylediklerini, masa başına oturup, yazmasını çok istemiş ve:
(Bir gün hepsi zihinlerde dağılıp gidecek ve korkarım senden, senin en zengin tarafından ortada bir şey kalmayacak.) demiştir.
Bu görüşlerini, Yahya Kemal’in vefâtını tâkîben kaleme aldığı bir yazısında da anlatan Yâkup Kadri, şu açıklamayı yapıyor:
(…Yahya Kemâl’in yokluğunu, en çok özel sohbetlerinden mahrum kalmakla hissedeceğimizi belirtmiştim. Zîra bence, asıl Yahya Kemâl, her biri edebiyat ve târih görüşümüze yeni yeni ufuklar açan bu sohbetlerin adamı idi.)
Yâkup Kadri’nin korktuğu şey oldu ve o konuşmalar yazıya dökülemedi.
Ne yazık ki, O’nun bu eşsiz sohbetlerinin ses kaydı da tutulamamıştır. Şu da şaşırtıcı bir gerçektir ki; o devirde sesli ve görüntülü kayıt imkânı elbette azdı, hattâ yoktu, fakat Yahya Kemâl’in onca dostu ve seveni arasında, elindeki kalemi steno gibi kullanacak “eski Türkçe” yazabilen de mi yoktu?
Bu kayıtsızlığa çok üzülenlerden biri olan Peyâmi Safâ, bir yazısında şunları dile getirir:
(Eğer O’nun sözleri vaktiyle ses makinesine alınabilmiş olsaydı, bugün, Ahmet Refik’den sonra tamtakır denecek kadar boş kalan târih edebiyâtımız şâheserlere kavuşacaktı. Bence, şiirlerindeki şahsiyetinden ziyâde, O’nun kudretli tarafı, Osmanlı târihine karşı duyduğu cezbe hâlindeki büyük heyecânı ifâdelendiren konuşmalarıydı.
Yahya Kemal’in bu emsalsiz târih lirizmini hiçbir iz bırakmadan, berâberinde götürmüş olması en çok yandığım kayıptır.)
Fakat, Peyâmi Safâ’nın bu yazısındaki, “…Osmanlı târihine karşı duyduğu cezbe hâlindeki büyük heyecan…”cümlesi, bizzat Yahya Kemal tarafından âdetâ tekzîp edilmekte ve şu mühim açıklama getirilmektedir:
“…Burada söylemeliyim ki, bana dâir en yanlış görüşlerden biri, benim yalnız Osmanlı târihine hayrân olduğumu ileri sürmek gibi hem yanlış, hem noksan iddiâdır.
Benim îtikâdıma göre yeni vatanın fethi Malazgirt’den başlar. Malazgirt’den Osmanlı devletinin zuhûruna kadar Rum Selçûkîleri ve bu devlete tâbî beylikler, Türkiye’deki Türklüğün temelini kurmuş Türklerdir. Hattâ, Süleymâniye’de Bayram Sabahı’nda, bu görüş tamâmiyle meydandadır:
Tâ Malazgird Ovası’ndan yürüyen Türk oğlu bu nefer miydi?
Derken, gözlerimin önünde canlanan târih, Horasan’dan Malazgird’e, oradan İstanbul’a yürüdüğümüz asırlardaki Türk oğlu’nun büyük ve heybetli yürüyüşüdür. Nitekim Itrî şiirinde de Selçuk yürüyüşünden, Itrî’nin ölüm târihi olan 1712’ye kadar geçen yediyüz sene kasdedilmiştir.”
Merhum Nihad Sâmi Banarlı Hoca, Süleymâniye’de Bayram Sabahı şiiri için:
“Türkiye Türklüğü’nün, dünyânın üç kıt’asındaki muhteşem mâcerâsını, bir destan şiir hâlinde söyleyen azîz âbidedir.” Der.
Bizzat Yahya Kemal de aynı şiir için şu izahatta bulunuyor:
“Süleymâniye’de Bayram Sabahı, dinî olmaktan ziyâde millî bir manzûmedir.”
Şimdi… Başa dönüp,sözlerimizi noktalarken; ülkemizin içinde bulunduğu şartları da göz önüne getirerek,Yahya Kemâl’in fikirlerine, O’nun “millî duruş ve duyuşuna” her zamankinden çok daha fazla ihtiyâcımız bulunduğu şüphesizdir.
Hâl böyleyken; birlikte olduğumuz şu mübârek ilim yuvasının çatısı altında, şu hususları birer temennî bazında kalsalar bile, dile getirebilir, gerçekleşmelerini isteyebiliriz:
1- İstanbul’da, bir üniversiteye Yahyâ Kemâl’in adı verilmelidir. Bu güne kadar neden verilmediği, ayrıca sorgulanmalıdır.
2-İstanbul Fetih Cemiyeti bünyesinde yıllardır faaliyet gösteren Yahya Kemâl Enstitüsü, ilgili bakanlıklarca binâ, kütüphâne, arşiv ve personel yönünden neden desteklenmez? Bu enstitü, ilmî araştırmalar ve çalışmalar için Kültür Bakanlığı tarafından bir merkez hâline neden getirilmez?
3-Millî Eğitim Bakanlığımız, Yahya Kemâl’i genç nesillere tanıtmak için, Alman şâiri Heine örneğinde olduğu gibi, neden Yahya Kemâl Enstitüsü ile müşterek çalışmalar yapmaz?
Efendim, bir rubâîsinde:
Îman bir şevk olan zamanlar geçti
Peygamberlerle kahramanlar geçti
Dağ silsilesinde bir geçit bulmak içün
Dağdan dağa seslenen çobanlar geçti
Diyen Yahya Kemâl de sürüsünden mes’ul bir çoban gibi… yiğit bir Ak tolgalı beylerbeyi, bir cengâver, bir kahraman gibi bu dünyâdan geçip gitti. Dileğimiz odur ki; Türk gençliği Yahya Kemâl’i iyi anlasın, çok okusun ve O’nun millî duyuş ve düşüncesi yeni nesillerde yaşasın.
Yaşasın ve “îman bir şevk olan zamanlar”, geri gelsin!
Hepinizi saygıyla selâmlıyorum.
(*)Yazar Zeki Önsöz’ün Kubbealtı Mecmûası’nda yayınlanan makalesi.