Bir devir düşünelim ki, siyasî, içtimaî ve iktisadî ip uçlarını kaçırmış, böylece de maddesi ve mânâsı, düzenini, nizâmını, şirâzesini kaybetmiş olsun.
İşte Selçuklu Devletinin, can çekişir olduğu 13.asırda, devlet ve cemiyet bünyesi, böyle bir iflâsın kargaşalığı içinde bunalmış ve şaşırmış bulunuyordu.
Öyle ki çeşitli müşküllerin icbâriyle elden ele geçen, kime efendi kime kul olacağını bilmeyen şaşkın ve muztarip bir halk kütlesi, müsbet veya menfî her türlü cereyanın gelişmesine müsait bir vasat teşkil etmekte idi. İşte bu yüzden, dinle de, tasavvufla da ilişiğini kesmiş bir kızılbaşlık ceryanı, büyük kalabalık arasında kolaylıkla inkişaf zemini bulmuştu.
Selçuklular’ın çöküş devirlerine rastlayan ‘bu batınî karakterli ceryanların kuvvetlenip yerleşmesinde Moğol istila ordularının yarattığı içtimaî sefalet payını da göz önünde tutmak icâb eder.
Kalendenler, Hayderîler, Saltuklar ve Baraklar
gibi yanlış tefsir edilmiş bir melâmet felsefesine dayanan diğer zümre ve cemaatler de yine, içtimâî bünyenin aksülamelini ve hastalık mihraklarını teşkil etmekte idi.
Basit halkı, hem bir teşkilâta mal etmek suretiyle cezbeden, ona bir ümit ve istinad noktası olarak görünüp gözünü boyayan hem de dinin kayıt ve külfetinden azâde tutarak mensuplarına, tehlikeli bir hürriyet vaad eden batınî inanış, din ve tasavvuf otoritesini, dolayısiyle de kütlenin imân bağlarını zayıf düşürmekte idi.
Fakat bütün bu menfî cereyanlara rağmen, Müslümanlığı bir sünger gibi emip bünyesinde hazm ve temsil ettikten sonra onu, tasavvuf kalıbı içinde tekrar İslâm âlemine iâde etmiş olan bir sünnî mutasavvıflar kafilesi de vardı ki,
işte YÛNUS, bu îmân ordusunun başında gelir.
İhtilaller, çözülüşler ve dağılışlar, yeni bir terkibin müjdecisi demektir. Yeter ki cemiyetin bozulmuş düzenini kendi dört başı mâmur düzeninin potasında yeni baştan kaynatıp bir yeni nizam ve âhenge isal edecek kudrette gerçek rehberler zuhur etsin.
Kul sıkılmayınca hızır yetişmez kavline göre, kütlelerin de başı darda kalıp ölüm-dirim çârelerini şiddetle arar oldukları bu ihtiyaç anları, İşte o mürebbî ve büyük insanların zuhûruna adeta tabiatın bir zorlaması bir gizli talebi ve cevâbı demek olur.
Böylece, Yûnus’un yaşadığı topraklar ve yaşadığı devir, devlet ve cemiyet hayatının bulanık ve karışık olduğu kadar, ihlâslı ve kararlı bir kurtarıcıyı şiddetle beklediği bir devirdi de.
Nitekim zamanın ve mekânın bu gizli talebi, müşahhaslaşarak mukadderat ufkundan güneş gibi doğmakta gecikmeden ve çökmek üzere olan bir imparatorluğun köhne sinesi; bir taraftan Mevlana Celâleddin Rûmî, diğer taraftan ise Yûnus Emre gibi iki erişilmez şâhikanın zuhûruna şâhit oldu.
Yûnus’un iki mühim cephesi bilinmektedir: Şâirliği ve dervişliği.
Burada, san’atkar Yûnus’u bir tarafa koymak istersek, ancak san’atının estetik ve teknik taraflarını geçebiliriz. Halbuki bu san’atın estetik tarafı ile aksiyoncu derviş tarafı, bir kılıcın iki yüzü gibi, birbirinden ayrılmaz tek bütündür. Zira îmân adamlarını san’atlarından tecrid ederek mütalaa ettiğimiz takdirde, gövdeyi baştan ayırmış oluruz.
Şüphe yok ki san’at ve îmân hayatımız, asırlar boyu pek çok popüler halk şâiri yetiştirmiştir. Lakin bunlardan hiç biri, Yûnus’un vâsıl olduğu zirveye tahtını kurup yedi yüz yıldır oturur olmamıştır.
Zaman kalburu işini bilir. Kendisine tevdi olunan her kıymeti, bıkıp usanmadan âheste âheste eler durur. Düşene dur demez, kalanı da silkip atar.
Dökülen dökülür, kalan kalır.
İşte Yûnus da, asırların eleğinde nice yüzyıllardır elenip durmak suretiyle bu imtihandan yüz akı ile çıkmış tasavvuf ehli san’atkârdır. Öyle ki, her devirde fikir ve ruh tarlamızın bire yüz veren tohumu olarak muhafaza edilmiş olmasının sebebini, işte, o aşındırıcı zamanı yenmiş olmasında aramak icâb eder kanaatindeyiz.
Bu yüzden de, zamanı zamanımıza kadar çekip getiren Yûnus, Türk dilinin sırlarına hâkimiyeti, milli îmânı, milli zevki ve hür düşünceyi temsil eden tefekkür ve îmânını bütün Anadolu’ya sirayet ettirmiş bir ulu kişidir.
Burada hür tefekkür derken, batınîlerin şerîatı küçümseyen ve îmânı sulandıran anlayışları hâtıra gelmemelidir.
Yûnus, san’atkar laübaliliğine rağmen, inanışta daima muhafazakâr ve şer’i ölçülere sâdık kalarak hayat yolunun rehberi ve mürşidi bildiği büyük ve ilâhî aşkını, zühd ve ibadet kalıpları içinde îtidal ve temkin ile sınırlamış büyük insandır.
Onun için de, bir sel gibi akmak ve tufan gibi dünyaları basmak istidadında olan gönül ateşini, şerîatın hududları içinde beşeriyete faydalı bir enerji haline getirmiştir.
Her zaman son derece büyük bir vecd ve saygı ile yadettiği Hazreti Muhammed’e, olan hayranlığına muvazi olarak, onun getirdiği dinin esaslarına ve hükümlerine karşı da asabiyetle bağlı olan Yûnus, bu kararlı fikirlerini, şiirleri içine bol bol serpiştirmiştir.
Mesela:
Gündüz olalım sâim, gece olalım kâim
Allah görelim dâim, Allah görelim neyler.
der.
Bir başka şiirinde ise:
Müselmanım diyen kişi, şart nedir bilse gerek
Tanrının buyruğun tutup, beş vakit namaz kılsa gerek.
İnsanları terbiyede ilâhî aşkı muallim ve mürebbi kabul eden Yûnus’a aşk ahlâkının da en cesur bekçisi demek câizdir.
Aşk dediğin duyar isen, aşka candan uyarisen
Aşk yoluna candır fedâ, ona feda mâlolmayan
Yûnus, kütleyi dört ucundan tutarak sarsıp silkeleyen ve kendine getirmek için onun her cephesine ayrı ayrı hitap eden müstesnâlardandır.
Bakarsınız bütün “vahdeti vücûdcu” mutasavvıflar gibi, vücûd birliğine inanan sesi:
Mânâ bahrine daldık vücûd seyrini kıldık
İki cihan serteser cümle vücûdda bulduk.
demek suretiyle tam bir “vahdet” tablosu çizer. Bakarsınız:
Döğene elsiz gerek söğene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek sen derviş olamazsın.
diye de birliğe inanışın gerektirdiği vecibeleri hatırlatır. Fakat birlik yoluyla Yûnus’un kütleye teklif ettiği ahlâk felsefesi, pasif ve körükörüne bir itaatın icâb ettirdiği şuursuz ve afyonlu tevekkül demek değildir.
Belki mülâyemetten saldırganlığa meyyal olan beşerdeki irâde ve tefekkür unsurunu, kontrollü ve uyanık bulunduran bir tavsiyedir.
İşte milli tarihimiz boyunca kütlelere istikamet vermekte en mühim âmil olmuş bulunan tasavvuf müessesesi, madde dünyasında sıkışıp kalmakla kendi kendisinin yabancısı kesilmek tehlikesinde olan insanoğlunu böylece terbiye edegelmiştir.
Gönül Çalabın tahtı Çalab gönüle bahtı
İki cihan bedbahtı Kim gönül yıkar ise.
Diye kendi yumuşak ve tatlı huyunu ilân eden bu er kişi, o serdengeçti velidir ki Anadolu’nun her köşesi, onu kendine mâl etmek şevki ile mübârek namına, memleketin dört beş ayrı yerinde makam ve medfen kurmuştur.
Acaba Yûnus’un san’atı niçin böyle uzun ömürlü ve kendisi de ölmezlerden olmuştur, diye kendi kendimize soracak olursak, karşımıza şâir Yûnus değil, derviş Yûnus çıkacaktır.
O sâdık ve âşık derviş ki, mürşid önünde baş kesmiş, terbiyesi halkasında kemer başlamış, muhabbeti içre püryan olmuş, yanıp erimiştir.
Yani “seyrisülük” görmek suretiyle iç ve dış kuvvetlerini barıştırıp tek ve yekpâre enerji haline getirmek bahtiyarlığına eren müstesnâlardan olmuştur.
Tasavvufun amelî ve tatbikî cephesi olan “sülûk terbiyesi” yani dervişlik, bir mürebbi-mürşid önünde pişip şekillenerek üslûb kazanmak demektir.
İşte Yûnus da, insan ruhunu bir manevî kıymetler sistemine göre tertip ve nizama sokan bu yolun şeydâ ve samimî yolcusu idi.
Dervişin bizatihî mâlik olduğu mânevî değerlerini bulup işleyerek yüze çıkaran, onu tasfiyeli, seviyeli, düzenli ve yapıcı bir insanlık fedâisi haline getiren mürşidi, böylece yetiştirdikten sonra dünyaya, bahâ biçilmez bir hediye olarak bırakmıştır.
Yûnus, dervişliği ile at başı giden şâirliği olmasaydı da, yine devrinin büyük âşıkları, büyük mutasavvıfları arasında yer alacaktı.
Fakat felsefesinin ve îmânının sözcülüğünü yapan şiirleri, onun büyük duyuşlarının ve inanışlarının asırların sînesine isabetle hâketmiş ve sadakatla nakleylemiştir.
İşte bu yüzdendir ki onun san’atına da ayrıca bir nimet ve şükran duymamız gerekir.
Elini ayağını zaman ve mekân zincirlerinden kurtarmış ulu kişilerin rahatlığı ile aşk ve tasavvuf ahlâkını, yüksek voltajlı bir san’at tufanı içinde kütlelere aktaran Yûnus, dünkü cemiyet için ne kadar mühîm ise, bugünkü cemiyet için de belki daha lüzûmludur.
Türk irfanı, kendi selâmeti ve istikbali adına bu zirveyi behemehal feth etmeli, ona tırmanmanın saadetini, günü birlik saadetlere tercih eylemelidir.
Zîra asırlardır beşeriyet, bir îmân ve tefekkür iflâsının azapları içinde sayıklayıp çırpınmaktadır. Kendi kendini maddenin dört duvarı içine hapseden bu gâfil beşeriyete yapılacak en büyük yardım, onu çoktan unuttuğu mâna ve îmân ışığına kavuşturmak olmalıdır.
İşte îmânları böyle bir dönüm noktasına getirecek olanlar, Yûnus gibi mânâ kahramanları, mânâpehlivanlarıdır.
Binaenaleyh bir vakitler cemiyet muvazenesi yapmış, medeniyet ve irfan manzumemizin üslûpçuları ve kafiyecileri olmuş bu Yûnus’lar, bu ulu kişiler yeryüzünün her zaman muhtaç olduğu büyük insan örneğinin tâ kendisidir.
(Eskişehir Yûnus Emre toplantısında okunmak üzere yazılmıştır.) 18.4.1960 Sâmiha Ayverdi