II.
Beni, kovalayan Tellâl, nihâyet bir çıkmaz sokakta kıstırdı.
Onu, bir yerden tanıyor gibiydim. Sesi, emrediciydi:
“-Abdestini al!” Dedi. “Düş peşime!”
Farkında olmadan çıkıştım:
-Sen de kimsin?
“-Ben rehberim.. Daha doğrusu senin rehberinim; seni Han’a götürmeye geldim. Yürü! Soyun ve yürü!”
-İyi ama dedim, böyle apar topar gitmenin ne âlemi var? Hem, pılı pırtımı yanıma almadan nasıl giderim? Sonra, azık…
Sözümü kesti:
“-O senin değer verdiğin pılıyı pırtıyı, azığı lokmayı; Han’ın artıklarıyla geçinen aç köpeklere versen, onlar bile almaz. Neyine gerek? Sen soyun ve yürü!”
-Canım.. soyunmayı nereden çıkarıyorsun?
Beni âlem halkına rezil mi edeceksin?
O sırada dağı taşı inleten.. börtü böceği ürküten.. yedi kat göğü titreten bir nidâ geldi. Ki, kıyâmet koptu sandım. Yâhut da Nuh Tûfânı koptu:
“Âr u nâmûsun bırak, şöhret kabâsından soyun!
Giy melâmet hırkasın kim, ol nihân etsin seni!”
Bu sesi duydum sandım.
Meğer, kulakla duymak, hiçmiş.
Ve zaman nasıl boşa geçmiş.
Zaman mı dedim? O da neymiş?
Geçip giden, ömürmüş!
Başladım soyunmaya… Ne de çok esvap varmış..çıkar çıkar at! Attıkça giyindim, giyindikçe attım; yıllar tükendi, onlar tükenmedi.
Benim üryan kalmam mümkün değil mi?
Başıma dikilen rehber de “soyun!” diyor, başkaca lâf bilmiyor sanki:
“Niceler tâc ü taht ü mâl ü mülkten
Geçip üryân olupdur aşk elinden!”