Muhammed İkbal’e sordum:
-Bana bir nasihat veyâ tavsiye lûtfeder misiniz?
“-Bu konakladığın yere gönül verme! Bırak, sefere çık! Bakışın, ay ve güneş gibi tertemiz olsun. Akıl ve din metâ’ını, başkalarına bağışla! Lâkin, aşk ıztırâbı eline geçerse, onu iyi sakla!
Yolunu, kendi kazmanla aç ve düzelt! Başkalarının açtığı yoldan gitmek, azaptır. Eğer sen, başkalarının yapmadığı bir işi yapabilirsen, o yaptığın iş, günah dahî olsa, sevaptır.”
Muhammed İkbâl, yüksekçe bir yere çıkmış, yolculara durmadan yön gösteriyor; işâretle de kalmayıp, coşkun bir sel gibi, her cins insanı tek istikamete sürüklüyordu:
“-Aklı uyanık, gönlü uyumuş bir hâlde geçip gitme! Mekânı, lâmekân işâretinin şerhi olarak tanı!
Bütün bu varlığın kalbi, senden başka kimse değildir.
Nişanı olmayan Hakk’ın nişanı, senden başka kimse değildir. Hayat yolunda daha pervâsız adım at! Bu cihan fezâsında, senden başkası yoktur.
Yerin altında da yaşamak mümkündür. Başkalarının istediği gibi yaşayan insan, nefes alır, lâkin canı yoktur. Lâmekânı diline dolayıp durma, kendi içine bak, bu inceliği anlarsın: Can, ten içine öyle yerleşmiştir ki; burada değildir, buradadır, diyemezsin.”
Kendisini duyanların büyük kısmı şevk ve aşkla ileri atılıyor, bir kısmı ise, ezbere iş yapmış olmamak istercesine koro hâlinde soruyorlardı:
-Nasıl? Ama nasıl?
“-O’nun büyüsüne kapılmazsak, cihan bize râm olmaz! Yalnız niyâz kemendi ile naz esîr edilmez! Bu mermer put, harâretli ahlardan eriyinceye kadar, onun zünnârını bağlamak zarûreti vardır.”
Kalabalıktan birisi aşkla haykırdı:
-Zamânın sesi gibisin… Eğer, zaman konuşsaydı, ancak böyle seslenirdi!
“-Bana bakarsan hiçim! Kendine bak; canınım! Âriflerin ciğerinin kanı, benim baharımın servetidir. Ben insan libâsıyım, Hakk’ın da gömleğiyim!”
Bu sefer bir başkası feryâd etti:
-Peki ben? Ben ne olacağım?
“-Eğer hayat sırrına vâkıfsan, arzu dikeninin her an batıp rahatsız etmediği bir gönül arama! Böyle bir gönle, bağrında yer verme!
Yürüyüşünü bozma; bir yol tutturmuşsun, yürü!”