Işık ve aydınlığa duyulan arzu, zulmetten-karanlıktan kurtulmak ihtiyâcını hisseden insandan doğar.
Aydınlanmak istemeyen, hattâ yarasalar gibi sâdece karanlıktan hoşlanıp orada hayat sürenler; ışıktan, aydınlıktan korkmaz da ne yapar?
Değişik meşreplere ve alışkanlıklara sâhip olarak yaşayan her bir insanın ayrı ayrı vazîfelerle donatılarak gönderildiği dünyâmızda yarasa tabiatlı, karanlığa meraklı kimseler bulunduğu gibi “akrep huylu”lar da vardır, olacaktır.
Bilmem hiç akrep yuvası gördünüz mü?
Ben de görmedim, fakat görenlerin ve bu konuda araştırma yapan ilim adamlarının tesbitlerine göre akrep yuvalarında hep akrep kabukları bulunurmuş. Zîra akrepler, diğer hayvanların tersine, annelerinin iç organlarını yiyerek dünyâya gelirlermiş…
İç organlarını yer ve kendi kabuklarını yırtarak hayâta merhaba derlermiş. İşte yuvadaki kabuklar da onları besleyip böylece doğuran annelerinden arta kalanlar oluyor.
Annelikten, kadın haklarından dem vuranların kulakları çınlasın!
Akreplerle ilgili bu gerçeğin akla getirdiği pek çok hikmet ve çarpıcı düşünce vardır ama biz, sâdece şu noktaya işâret edip geçelim:
Bizi dünyâya getiren annelerimizin ömür boyu gösterdiği fedâkârlığın, anne akrepten ne farkı vardır? Bunu aklımızdan çıkartmamak ve yaşayışımıza bir temel prensip olarak nakşetmek gerekir.
Ayrıca,
bizim bedenlerimiz de anne akrebin vücûdu gibi bir vazîfe görsün diye yaratılmıştır; orada gizlenen ölümsüz hayat cevherini ortaya çıkarmamız için dünyâ plânına gönderilmiştir.
Bedenlerimiz bu uğurda yok olsa da ölümsüz bir hayâta ermenin saadeti söz konusu olduktan sonra, ölüm, bu mutluluğun yanında ne değer taşır ki?
Allah’ın kanunları her zaman ve her varlık için dâimâ geçerlidir ama akrebi görür,aynı kanunun insan hayâtındaki uygulamalarını görmeyiz.
Bu, bizim cehlimizin belgesidir.
Bir hayat bir sonraki canlının hayat bulması çin sona eriyor. Yâni bir önceki hayat sâhibi, bir sonrakinin ışığı, aydınlatıcısı oluyor.
Maddî plândaki bu gerçek, mânevî alanda da aynen geçerlidir fakat biz bunun farkında olmuyoruz..
Bizim mâbetlerimiz de birer aydınlatma aracı; birer kandil, birer ışıktır… Minârelerimiz de! Gönüllerimiz gibi yüksek ve derin, iç dünyâlarımız kadar ferah ve aydınlık birer kandildir câmilerimiz.
Evet… Onlar öyle kandillerdir ki; ecdâdımız mermeri sedefleştirecek kadar zarâfetle işleyerek, o sedefin içine nâdîde birer inci yerleştirmişlerdir.
Aynı, biz insanları gibi…
“Yere göğe sığmayan, bir müminin gönlündedir” diyerek yâhut,”Dağın taşın yüklenemediği emâneti” bedenlerimiz sedefine yükleyen Rabbimiz; o hakîkat incisini arayıp bulmamızı murâd etmiştir.
Yaratan, kâinâtı kandil diye yaratmış sanki… Fakat görene! Köre ne?Kandiller… Şu çeşitli şekillerde ve değişik malzemelerden yapılan kandiller, eskiden yağ yakarlardı.
İnsanın kandilleşmesi ise, nefs yağını aşk ateşiyle yakabilmesiyle mümkün!
Her ateş de bir diğer ateşin yavrusu! Hiçbir kandil, cimrilik nedir bilmez. Çünkü her mânâdaki kandili uyandıran Nûr’un kendisi cimri değil, cömertlerin cömertidir. Bilmem, pervâneler dünyâya nasıl gelirler?
Onlar Akrep gibi doğmayabilirler. Şeklen böyle olmasa da, onların daha ziyâde dünyâdan gidişleri destanlaşmıştır. Anne akrep gibi yavrusunun hayâtını aydınlatıp, bir ışık kaynağına kara sevdâyla bağlanan ve orada fânî olabilen pervânelere gıpta etmemek elde değil!