Sâmiha AYVERDİ-Ne İdik Ne Olduk
2.Maamâfih keyfî ve isâbetsiz devlet yasak ve baskılarıyla yaralı olan milletin elinde hâlâ bir şifâhî endâze vardı. Bununla idârecilerini ölçüp tartan Türk oğlunun, Allah’tan da kuldan da korkmayan bu mes’ûliyetsizler hakkında verdiği hüküm, ilerde târihin vereceği hükümden belki kat kat ağır bir “hıyânet” damgasını taşımakta idi.
*
Karşımızda, iki ayrı bölüğü iki ayrı kirâcı tarafından işgâl edilmekte olan küçük bir ev vardı. Henüz yıkıcı eline düşüp arsasının üstüne kat kat yükselen bir binâ da kurulmamıştı. Kirâcılar da mütevâzı ve yoksul kimselerdi. Akşamları başları önlerinde gelen babalar, kendilerine uzanan çocukların ellerine bir şey veremiyorlardı.
Veremiyorlardı. Çünkü çarşıda pazarda alınıp verilecek ne tatlı, ne tuzlu vardı. Bâri vesika ile eve giren ekmek karın doyuracak miktar olsa idi.
*
Ağaçların yapraklarını yolup camlara yapıştıran yağmurla karışık rüzgârlı ve kaldırımların kenarlarından ince sellerin aktığı bir gün, tek atlı ve boş bir yük arabasını sürüklercesine çeken bir beyaz at, sâhibinden yediği insafsız kamçılara rağmen yürümemekte direniyordu.
Oldukça uzun bir çabalamadan sonra gayretlerinin boşa gittiğini anlayan arabacı hayvanın yularını ve koşumlarını çıkarıp aldı ve atı da kaldırıma çekip yağmur altında bırakarak başını alıp gitti.
Vefâsız sâhibinin arkasından kımıldamadan bakan hayvancağız, az sonra kaldırıma yatmış bulunuyordu.
Soğuğa, yağmura ve fırtınaya rağmen, nankör ve kadirbilmez sâhibinin elinden kurtulmuş olduğu için, belki de ilk defa başı şu çamurlu kaldırımlar üstünde mesuttu.
Senelerdir yarı aç, yarı tok, dayak yiye yiye çalışarak ekmek yedirdiği efendisi kendisini terk edip arkasına dahî bakmadan nasıl da gitmişti.
Amma Türk’ün hikmet, irfan ve îman tarlasının yıllar yılıdır çoraklaştırılmış olmasına rağmen, bu kıraç alanda atadan dededen irfan mîrası yemiş olanlar da eksik değildi. Hâlâ, Allah korkusunu Allah sevgisine çevirmiş olan bu müstesnâlara gelecek zamanların ümit ışığı denmez de ne denirdi?
Dil, din, târih, gelenek ve iftiharların insan idrâkinde bir terkip hâline gelmesinden fazîlet, fedakârlık, ferâgat, merhamet, şefkat ve dîgerendişlik gibi filizler, zaman zaman başkaldırabiliyordu.
İşte atının âkıbetini sezmiş olan arabacı, hasta ve emektar hayvancağızı kaderi ile başbaşa bırakarak gitmiş ise de, harap ve küçük evde barınanlardan bir genç kadın, sokağa fırlayarak hasta atın yardımına koşmuş bulunuyordu. İlk işi, başını çamurlar içine bırakarak yatan atın üstüne bir yorgan örtmek oldu, ikinci asil hareketi ise, bir tas dolusu pirinci hayvanın yanı başına koymak olmuştu.
Muhakkak ki bu bir tas pirinç çocuklarının nafakası idi. Kimbilir nice fedakârlık pahasına elde etmiş olduğu, altın değerinden üst olan bu pirinç, kilerinin tek yedek zahiresi idi.
Beklemediği bu ikrâmı yattığı yerden kabul eden aç ve hasta at, belki birkaç dakika sonra ne sâhibinden dayak, ne de bir merhametli kadının elinden yem yiyecekti.
Anlaşılan, şehir halkı gibi bu zavallı da öylesine aç olmalı idi ki, önüne konan pirinci yedikten sonra tekrar başını, çamurlu sulara bıraktı.
Beyaz at ölmüştü.(*)
(*)Sâmiha AYVERDİ-Ne İdik Ne Olduk,s.140