(…Biz müslümanların artık teferruat çalılığına takılıp kalacak vaktimiz yok. Etrâfımızı sarmış olan dev gibi düşmanlarımızın elinden yakamızı kurtarmaya bakmak zamânı gelmiş de geçmiş bile… Din elden gidiyor. Ama kısa etek, uzun etek yüzünden değil…
Değil… diyorum. Zîra biz Türkler III. Sultan Mehmet zamânından bu yana, gerek Haçlı milletlerin, gerek siyonistlerin siyâsî, iktisâdî ve kültürel ablukası içinde bulunuyoruz. Haçlı Seferleri, görünüşte bitmişse de, hakîkatte devam etmektedir.
İslâmiyet şu gökkubbe altında en büyük otoritedir. Gerek hıristiyan gerek yahûdi dünya, bunu bizden daha kat’î olarak bildikleri için, saf ve yaratıcı îmânımızdan korkarak, onu taassupla gölgelemeyi politikalarının temeli kabul ettiler ve asırlar boyu hep bu istikāmette gayret sarfettiler. Elhak muvaffak da oldular.
Garp âlemi derebeylikleri tasfiye edip kralların etrâfında toplanarak büyük sanâyi devrine giderken tefekkürünü de kilisenin elinden çekip aldı. Bizim medrese ise (câze, yecûzü…) diye, üstüne demir atıp kaldığı bilgilerini gevelemekte devam etti. Maalesef ediyor da. İstitrat olarak şu hazin olduğu kadar acı da olan vak’ayı anlatayım.
Geçen gün Erenköyü’ndeki Gālip Paşa Câmii’nde, sesi fevkalâde güzel bir dost, terâvih namazı kıldırmak istemiş. Câminin imamı, bu mûteber ve mübârek adamı imâmete geçirmemiş. “Ağzınızda altın diş var, onun için arkanızda namaz kılmak câiz değildir” demiş. Derviş-nihat olan bu zat da: “Teşekkür ederim imam efendi, beni irşat ettiniz” diyerek, zavallıyı cehliyle baş başa bırakıp câmiyi terketmiş.
Eğer vatan sathında tekkeler, İslâm îmânına kale olmamış bulunsaydı, dînin yalnız şekil ve amel kısmı kalacak, fakat İslâm’ın o ihlâslı, âdil ve müsâvatçı rûhu, bugünkü Hicaz’da olduğu gibi, bizde de silinip gidecekti. Maamâfih biz de gözümüzü açmakta biraz daha gecikecek olursak, bu kara taassup, Türk îmânını da o insafsız hançeri ile yere serebilir.
Bir de karşı tarafta, dinsizlik softaları var ki, Gālip Paşa imamının kör taassubu, onların da işlerini kolaylaştırmış oluyor. Onun için biz, yalnız gayrimüslimlerin sûikastına değil, müslüman geçinenlerin de kurşununa hedef olmaktayız.
Biliniz ki İslâm dîni ve müslümanlık âlemi, bugün olduğu ölçüde içten ve dıştan bir muhâsara ve tehlikeye mâruz kalmamıştır.
İslâm’ın vahdetçi îmânı bugün beşeriyetin en fazla muhtaç olduğu kurtarıcıdır. Düşünün ki tamâmen ayrı ırk ve ayrı milletten iki müslümanın anlaşması ne kadar kolaydır. Halbuki bir müslüman Türk ile bir hıristiyan Türk için böyle bir yakınlık asla bahis mevzûu olamaz.
Derdi teşhis ettikten sonra devâyı bulmak kolaylaşır. Âciz kanaatime göre dert, İslâm âleminin etrâfını saran cehâlet ve gaflettir. Her şeyden evvel biz gerçekleri göstermeyen bu sisi dağıtalım ve hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere, hiç ölmeyecek gibi dünyâ için, hemen ölecekmiş gibi ukbâ için çalışmaya koyulalım.
İnkâr edilemez ki, bizi içten ve dıştan yıkmayı, îman hâlinde benimsemiş olan fertler ve zümreler, metotla, sistemle çalışıyorlar. Kültürleri var; içtimâî formasyonları, iktisâdî imkânları var. Onun için de metot ve programla yürüttükleri bu işte muvaffak oluyorlar.
Yerimizde sayan biz ise teşkîlâtsız, kararsız, en fenâsı şuursuz, başıboş, her geçen günle biraz daha kuvvet ve kudret kaynaklarımızdan uzaklaşarak eriyip gidiyoruz. Dil kalmadı, târih kalmadı, millî mefâhir, millî heyecan, hamâset ve şevk sönüp yok oldu. Uzağa gitmeye ne hâcet… Şu Anadolu’daki Katolik faâliyetine bir bakın. Her geçen gün bir yeni kilisenin temeli atılıyor.
Vatanın bağrına hıristiyan hacıları akın ederken bizim bâzı devlet adamlarımız, memlekete seyyah gelecek diye sevinip Papa’ya teşekkür mesajı yolluyorlar. Şifâlı sulara, mevhum ve uydurma Hıristiyanlık makamlarına adaklar adamaya, hıristiyanlardan ziyâde biz inanıyoruz.
Bilelim ki, Filistin toprakları da bir zamanlar aynı metotla elimizden çıkmıştı. Yahûdiye mal satmayı şiddetle yasak etmiş olan II. Sultan Abdülhamid, bu yüzden yahûdi kînini üstüne çekmiş ve âkıbet yahûdi hışmına çarpılıp bir siyonist şebekesinin şerrine uğrayarak al aşağı edilmişti.
Bu münâsebetle, Sultan Abdülmecid’den bu yana, hiç değilse 1908’den evvel ve sonra cereyan eden yakın târihin -bildiğim kadar- iç yüzünü anlatmayı çok isterdim. Fakat mektubum, mektup olmaktan çıkıp, neredeyse kitap olacak.
Hayırlar ve âfiyetler dilerim efendim.)