(…Bir de o zamanlar, İstanbul’un dört köşesine serpilmiş dergâhlar ve bu dergâhların bir derviş, muhip ve misâfir kadrosu vardı ki bunlardan Üsküdar’da da bir hayli bulunmakta idi.
Dergâhlar, o vaktin kıstâsına göre, fikir ve îman yobazlığına karşı serdengeçti bir pervâsızlıkla savaşan bilgi ve irfan ocakları idi.
İnsan ruhunu işlemek ve onu tehlikeli ihtilâtlarla beşeriyetin başına korkunç dertler açan komplekslerden kurtarman için sırasına göre şiir, mûsıkî, raks ve belâgatten istifâde etmek suretiyle talebe yetiştiren bir mektep, cemiyet bünyesinin ihtiyacından doğup gelişmiş bir müessese sayılabilirdi.
Rifâî, Kâdirî, Mevlevî, Nakşî, Sâdî ve emsâli gibi, esâsında tek fikir ve maksat etrâfında toplanan tarîkatler şekil bakımından küçük farklarla birbirlerinden ayrıldığı için “seyr-i sülük” denen derece ve terfi usullerinde de bâzı küçük farklar göze çarpardı. Meselâ Mevlevîlerde, şeyhten sonra en yüksek makam, aşçı dedenin makamı idi.
Zîrâ o, sâde mutbağın aşına nezâret etmez, binbir günü kendi terbiye ve tarikat disiplini altında geçirip olgunlaşması mes’ûliyetini üzerine aldığı bir derviş namzedini de rûhen pişirmekle mükellefti.
Eğer namzed, bu müddet zarfında kendisine gösterilen vazîfenin yükü altında, sabır, sükût, tahammül ve kanâat gibi ilk elden kazanılması gereken mânevî inzibat, edep, erkân, semâ gibi tarikat şartlarını öğrenmiş, bu meyanda Mesnevî’de de şöyle böyle yol alabilmişse, artık bu derviş namzedi, şeyhin huzûrunda yapılan bir merâsimden sonra dede ünvânını alarak kendisine müstakil bir hücre tahsis olunurdu.
Devamlı olarak içeride kalmak istemeyen olursa, evine döner fakat dergâhiyle alâka ve râbıtasını ölünceye kadar muhâfaza ederdi.
Mûsıkî târihimizin misli bulunmaz Mevlevî âyinlerinin bestekârları, hep Mevlevîhâne’lerde yetişen bu dedelerin arasından çıkmış ve İsmâil Ankaravî, Sarı Abdullah, Şeyh Gâlib gibi şâir ve mesnevîhanları da yine hep aynı ocak yetiştirmiştir.
Diğer tarîkatlerden, meselâ, Rifâîlerde dervişliğe kabûl ve yetişme tarzı daha ayrı bir manzara arzederdi. Derviş olmayı isteyen bir kimse, evvelâ içeriden birine veya bir tanıdığına başvurur, o da kendisine bir müddet dergâha devâm etmesini söyler, hattâ paşmakçılık gibi en aşağı işlerden birini de verebilirdi.
Hayli zaman namzed olarak, intisap etmek istediği ocağın havası içinde yaşayıp ünsiyet ve ülfeti ziyâdeleşen kimsenin nihâyet dergâh erkân ve usulüne göre tarîkate kabul olacağı gün gelir, şeyh, dört halifesinin hazır bulunduğu semâhânede, önde rehberiyle gelen dervişi, yere serilmiş postunun üstüne oturtarak elini tutar ve eline, beline, diline doğru olacağına, Allah’a insanlara aşk ve şevk ile hizmet ve muhabbet edeceğine ikrar aldıktan sonra kendisini tebrik ve duâ eder, derviş de şeyhinin ve hazır bulunanların ellerini öperek bu suretle tarîkate ilk adımını atmış olurdu.
Her dergâhta, haftanın bir gün veya gecesi âyine tahsis edilmiş olduğundan, her dervişin âyin günü bir vazîfesi vardı.
Kimse kimsenin işine ve salâhiyetleri hudûduna tecâvüz etmez, bâhusus içtimâî ve mâlî vaziyeti ne kadar parlak olursa olsun farazâ bir gün evvel ikrar vermiş bir küçük kâtibin üst tarafına geçmez, sırada ve teşîfatta dâima kıdemliye bir rüçhan hakkı tanınırdı.
Yeni derviş olan kimse, evvelâ kahve ocağına verilerek kahve nakîbinin çırağı, daha sonra kahve nakîbi olur, bir derece daha ilerlediği zaman ise meydan nakibliğine, daha sonra da post nakipliğine yükselirdi.
Fakat şüphesiz ki bütün bu teâmülü tâkîp ederken esas mesele, kademeli bir silsilenin îcaplarını icrâdan ibâret değil, kendinden vereceği ve kendine alacağı kıymetleri tâyin ve îfâ yolunda sonsuz bir nefis mücâhedesi, bir temizlenme, ayıklanma ve durulma keyfiyeti idi.
Bir yandan evrâdını okuyan ve esmâsını çekip, mensup olduğu ocağa hizmetini yerine getirmek gibi tarîkatin şeklî nizâmını îfâ ederken, bir yandan da kendisine gönül hoşluğu, cezbe ve istiğrak kapıları açılan derviş, artık “nükebâ”lıktan “nücebâ”lığa yükselir ve bir müddet sonra eğer şeyhi kendisinde iktidar ve liyâkat görürse halîfelik verirdi.)