Biraz öncesine kadar canlı ve ter ü tâze olan gonca, birden bire soluverdi.
Bülbül ise, bir o yana, bir bu yana sıçrayıp, feryâdını sürdürdü; lâkin hiç bir şey anlamamıştı.
Nice sonra, olanları seyreden bir başka gül goncası, bülbüle acımış olmalı ki:
– Boşuna ağlama, dedi, artık sesini duyamaz; onu sen öldürdün!
Bülbül, bir anlık tereddütten sonra çırpındı ve gidip, o gülün yanı başına kondu:
– Ben mi öldürdüm?
– Evet…
– Nasıl olur? Ben, onun için ölümlere râzı olduğumu söylemeye çalışıyorken, ne yaptım da öldürdüm?
– İyi ya, dedi gül goncası; o da zâten buna dayanamadı. Sevgi sözü, o zavallıyı yakıp gitti.
Bülbül, içini çekti:
– Ama, dedi, onu ne derece sevdiğimi henüz söylemeye başlamıştım ben… ve sâdece dilimin kaslarından bir kaçının gerilip gevşemesiyle çıkan sesleri duyabilmişti. Çok azını dile getirdim ve aşkımın çapını söyleyecek fırsatı henüz bulamadım.
– Biliyorum, diye titredi gül goncası ve devâm etti:
– Onu yakan, sâdece aşk sözüydü ve eğer gönlünün sesi dışa vursaydı; ben de dâhil olmak üzere her şey kül olurdu.
Ve Ağustos sıcağında, o goncada domur domur çiğ taneleri belirdi, içlerinden bir damlası yere düştü.
Hayır, yere düşmeden, bülbül kanatlandı ve havadaki o damlayı kaptı:
– Yo, dedi goncaya; ağlamana dayanamam, bu kadarı yeter.
Gonca, sitem kâr bir sesle sordu:
– Ağzın kan kırmızısı… ne zamandan beri ciğer kanıyla besleniyorsun sen?
– Benim ağzım, senin yüzün kan rengi… ne farkımız var? Dedi bülbül…