Balıkçı, ırmak kenârında hüzünlü hüzünlü otururken, bir çoban peydahlandı. Selâm verdi, selâm aldı, sürüyü ırmağa saldı.
Sürü suya doydu, çoban namaza durdu, el açıp niyâza vardı.
Sular kabardı, güneş karardı… Çoban, soyundukça soyundu. Peşinden bembeyaz bir urba giyindi.
Balıkçıyla diz dize oturuyorlardı, harfsiz ve sessiz, konuşuyorlardı.
Çoban, sırtından kepeneğini çıkardı, onu onunla sardı:
-“Kadir Gecesi gelenler, Kadir Gecesi giderler!” dedi ve Elindeki kavalı, Balıkçıya verdi.
Gökde bir şimşek çaktı, Çoban semâya baktı ve bir anda oraya aktı.
Görünürlerde yoktu.
Balıkçı şaşkın mı şaşkın, fakat sırtındaki kepenekle sımsıcaktı. Üstelik, kaval çalmasını da aslâ bilmezdi. Günlerden Kadir’di ve O, ırmak kıyısında yapayalnızdı.
O gün -bugündür aynı yerde oturuyor ve arada bir kavalı üflüyor; bilse de üflüyor, bilmese de!. Bildiği tek şey, sürünün de kavalın da; çobanlığın kepeneğin de emânet olduğu!
Sürü dağılmadığına göre, Çoban, Balıkçı’yla -bir yerlerden- hâlâ konuşuyor demektir.