Toplum içinde, yaşayışlarıyla kendilerine saygı ve sevgi beslenen kimseler vardır; hayatta iken, onları böyle değerlendirir, ötesini pek bilemeyiz.
Fakat bilhassa dünyâ değiştirip aramızdan çekildikleri zaman -hepimiz veya çoğumuz olmasa bile- içimizden bâzıları, bu sefer aynı zevâtı şöyle vasıflandırır ve: “Âbide bir insandı” derler.
Bunu böyle değerlendirenler, o şahsiyetlerin bıraktığı sözlü, yazılı eserlerle gıdalanır ve onların izinden gitmeye çalışırlar.
Bir başka grup da böyle farklı, üstün özellikli kimselerle -eğer varsa- ufak tefek hâtıra kırıntılarıyla övünmek sûretiyle toplum nazarında îtibar kazanma çabasına girerler.
Böylelerinin nasîbine bu kadarı düşmüştür.
Eğer böyle ahlâk ve bilgi bakımından yâhut sevgileriyle bizde sempati uyandıran, ilgimizi çeken kimselerle vefatlarından önce tanışmış ve yanlarında bulunmuş nâdir kimselerden isek; onlardan yalnızca bilgi veya sevgi kırıntıları değil, insânî-ahlâkî değerleri de ister istemez almaya başlarız.
Bu, “doğru bilgiyle doğru davranmayı” öğrenmeye başladığımızın bir işâreti, fakat işin en şükredilecek tarafıdır.
İnsanoğlunun en zor başardığı iş, kendisinden üstün bir aklın hükmü altına girmeyi kabûl edebilmektir. Bunu aşağılayıcı bir şeymiş zannetmek hatâsı -halbuki- daha sonraki hayâtının sayısız hatâsının da kaynağı olacaktır fakat böyle bir ihtimâli aklına bile getirmez, getiremez.
“Kendinden üstün bir akıl sâhibiyle dost olma arzusu”, herkese nasîb olacak bir baht değildir.
Yaşına göre, bu arzuyu içinde hissedip etmediğine bir an olsun bak. Eğer, “Olabilir… Doğru ve haklı olan bir fikre körü körüne îtiraz etmek, câhil insan kârıdır. En azından, teklifi benimseyip benimsememeyi düşünürüm” diyorsan, korkma yürü! Korkacaksan -en başta- kendinden kork ve önce kendine karşı adâletli ol!