Mecnûn -o eşsiz er- şöyle demiştir:
Birisi dünyâda benim kaydıma kaldı.
Başkaları bir avuç derbederden ibâretti, durmadan aşkımı kınar dururlardı.
Günün birinde yanıma bir kadın geldi. Kucağım kanlı gözyaşlarımla dolmuştu; gönlüm, yanıp yakılmadaydı.
Beni topraklara bulanmış, kanlar içinde kalmış, felek gibi baş aşağı olmuş görünce:
“Neden ve kimin için bu hâldesin; kanlara gark olmuş, topraklar içinde oturup kalmışsın” dedi.
O’na: Leylâyı gördüm de dedim, aklımı verdim, rüsvaylığı satın aldım. Leylâ’nın güzelliğinin sevdâsıyla öyle bir hâldeyim ki; ne gönlüm var, ne dînim.
Kadın bana dedi ki:
‘A şaşkın Mecnun, ben şimdicek Leylâ’nın yanından geliyorum. Güzellik denen şey, onun güzelliği ise işin aslâ düzene girmez. Bundan daha beter olman gerek.
Bu, nedir ki?
Gönlünün gamlanması da nedir ki? Ölmek gerek, ölmek! Öyle birisinin aşkıyla can vermek yerindedir. Dünyâda hiç kimse senin gibi âşık olamaz. Öyle bir yüzün aşkıyla ölmen, öyle bir saçın derdiyle eriyip kül olman gerek.”
Lâzım olan erliği o kadında gördüm ben; yerinde söylenecek sözü o kadından duydum, takdîr ettim.
Aşktan, gönülden bahsetmek büyük bir iştir.
Bu ikisi birbirine karılmıştır, birleşmiştir.
Aşktan, gönülden bahsetmekte can korkusu vardır. Meğer ki darağacında söyleyesin; yeri orasıdır bu bahsin!
Sâkî, gönlüm kan kesildi; sen bilirsin ya. Gönülden bahsetme de neden söz açarsan aç!