Garnizon komutanı, büyük bir sevinç içinde çıka geldi:
-“Yirmi gün önce firar eden altı Türk zâbiti ile vatan hâini bir Rus kızını, Volga Nehri’nin Kazan şehrine yakın bir bölgesinde, bataklıklar arasında aç ve perişan hâlde yakaladık.
Bunlardan ikisi hastalıktan öldü. Karşı koyan bir Türk’ü de yaralı olarak ele geçirdik. Rus kızını da vatana ihânet suçundan dîvân-ı harbe verdik. Bir daha firar edeceklere “vur emri” verilmiştir.
Askerlerimiz derhâl ateş edeceklerdir. Rusya geniş bir memlekettir, buradan kaçıp kurtulmak zordur, boşuna bu gibi hayâllere kapılmayın!” Dedi.
Ve yiyecek vesâir ihtiyaçların alışverişi için haftada iki defa verilen çarşıya çıkma izni de bu günden başlayarak Türkler için kaldırılmıştır, diye ekledi.
Yerlerimize geldik. Hakîkaten o günden sonra, muhâfız askerler çok sıkı bir uygulama başlattılar. Ziyâfetimize katılan “starşe”/çavuş divân-ı harbe/askerî mahkemeye verilmiş ve muhâfızlar da değiştirilmişti.
Bu tarihten dört ay sonra giriştiğimiz ikinci firar teşebbüsünün başarılması için başka bir metod kullanmak gerektiği, bütün arkadaşların ortak kanaatiydi.
Önce, dört arkadaş “hasta” haberi verdik. Cephelere gönderilen Rus doktorların yerine esir doktorlar getirilmişti. Bizim garnizon revirinde de Avusturyalı doktorlar vazife görüyordu.
Viziteye çıktık.
Almanca bildiğim için doktorla çabuk anlaştık. Uysurduğumuz hastalıkları kabul ederek, dördümüzü de Montrovo İstasyonu’ndaki bölge hastahânesine sevk için gerekli işlemi yaptı.
Bir Rus muhâfız asker refâkatinde 10 Eylül 1917 târihinde, atla çekilen kızaklara bindik. Yerde yarım metreden fazla kar vardı. Zâten bu kuzey ülkelerini karsız görmek az nasip olur.
Bir sene kadar yaşadığımız bu kutup şehrinde ısı, sıfırın altında 55 dereceye kadar düşer. Koyun postundan yapılan ve “Şuba” denilen kürkler… Ve keçeden imâl edilmiş çizmelerle kulakları saran başlıklar olmadan dışarı çıkılmaz.
İşte bu şekilde, her tarafımız battaniyelerle örtülü olarak, karlar üzerinde sekiz saatlik bir yolculuktan sonra hastahâneye geldik.
Bizi Alman, Avusturyalı, Çekoslovak subayların bulunduğu koğuşa yatırdılar.
Günde iki defa elektrik masajına çıkıyorduk. Hemen hemen başka da ilâç vermiyorlardı.
Burada Adanalı, Hukuk mezunu Ahmed Sabih Bey ve Antalyalı Şükrü Bey isminde iki Türk subayı da vardı. Bu arkadaşlar yeni esir düşmüşlerdi.
Bunlardan, memleketimizin birçok yerinin Ruslar tarafından işgal edildiğini ve bilhassa âilemin bulunduğu Erzincan’ın boşaltılıp, ahalisinin Sivas’a nakledildiğini öğrendik.
Bu hastahânede Avusturyalı Doktor Hilmer ile Erich Schelents ve Macar Haydu isminde üç doktor görevliydi.
Bu doktorların yardımıyla, Kostroma şehir hastahânesine naklimizi sağladık. 16 Eylül 1917 târihinde, 3000 yataklı, uçsuz bucaksız muazzam bir binaya geldik. Dördümüzü de bir koğuşa yatırdılar.(Devam edecek)