Bir duâsına:
“Yârab hemîşe lûtfunu et rehnümâ bana
Gösterme ol tarîkı ki yetmez sana bana.”
“Tanrım, her zaman, lûtfunun aydınlığını bana yol gösterici et! Ucu sana ulaşmıyan yolu bana gösterme” mısrâlariyle başlayan Fuzûlî’nin Tanrı’ya seslenişleri sıcak ve devamlıdır.
Onun duâları, Allahına karşı sâde kendi dudaklarından yükselen seslerden ibâret değildir.
Büyük şâir, âdetâ kendi aşk ve hayat mâcerâsını anlatıyormuş gibi, derin gönül ürperişleriyle yazdığı “Leylâ vü Mecnûn”unda, bu mâcerânın erkek kahramanı ağzından, aynı semâya, hemen aynı ruhta duâlar yollamıştır. …
Bazen,
zayıf vücûdunu, her tarafından gamze oklariyle delinmiş bir “mûsikar”a benzeten şâir, bu vücûdun her bir “perde”sinden yükselen “mûsıkî-şiir”le aşk ve Allah duygularına yekpâre bir terennüm lisânı vermiştir. *
“Ey kendisi görünmeyen ve bu görünmeyişiyle kendinden gayrı olanları görünür hâle koyan Tanrı!
Yüce sanatınla yarattığın denizlerde dalgalar görünür, fakat derinlikler görünmez.”
“Âlem, senin feyzine ve varlığına ancak yüceleri ve uçurumlariyle şâhittir: Göklerin ve yerlerin yoktan vâr olması beyhûde değildir.”
“Felsefendeki mânâ, kudretini göstermek için kara topraktan, Cemşîd’in aynası gibi, dünyâyı gösteren aynalar yaratmıştır.”
“Cihan aynası, her an, senin ya lûtfundan ya kahrından yankılar alır. Bize bazen ıztırap, bâzen neş’e göstermesi bundandır.”
“Gâh olur, felsefen, bin ay yüzlü güzeli toprağa gizler ve gâh olur, sanatın, aynı topraktan bin ay yüzlü güzel yaratır.”; “Bâzan da ilminin sırları dünyâ insanlarına gizli kalmasın diye kâfirler içinde peygamberler halkedersin.”
“Nihâyet, şu da şefkatine delildir ki, ne zaman sana hamd için söz söylese, Fuzûlî’nin âciz varlığına, cana can katan sözler, gönüle ferahlık veren şiirler söyletirsin.”
İnsanların ancak aşka ve Allah’a sarılarak mes’ut olabildikleri bir târih ve ıztırap çevresinde Fuzûlî, bu iki büyük kudrete, onları birbirine kenetleyerek inanmıştı:
Aşk, insanı Allah’a ulaştıran yoldu.
Tanrı ise kendi güzelliğini yeryüzü güzellerinin tenlerine, bakışlarına işlemişti. O gamze oklarının vücûdu delik deşik edişlerinde öyle zevkine doyulmaz bir sızı vardı ki Fuzûlî, ayrıca, bu sızının, bu ıztırâbın da vurgunuydu.
Leylâ vü Mecnûn’da, aşkın perîşanlığından kurtulması için Kâbe’ye götürülen Kays’ın ağzından Fuzûlî de konuşmuştu.
“Tanrım, beni aşk belâsından kurtar!” diyeceği yerde, Kâbe eşiğinde Allah’tan aşk ıztırâbı dileyen Kays’ın bu târihî duâsı sanki Fuzûlî’nin kendi duâsıydı.
Kâbe’yi görünce Mecnun, derin bir zevke dalmıştı. Yanık bağrına Hacer-i Esved gibi siyah taş basan ve gözlerinden Zemzem gibi yaşlar akıtan bu mukaddes binâ ile kendi vücûdu arasında yakınlık buluyordu. Dâimâ siyah bir elbise altında sevdâsını gizleyen bu âbideye hayrandı.
Ona:
Billâh kimesin bu yerde âşık
Söyle ki enîsinim muvâfık
diye seslendi; “Aşkın feyzi sende görünür hâle gelmiş; seni kabîlelerin kıblesi kılmış” dedi ve duâya başladı:
“Tanrım! Bu harem-serâ hakkı için; bu safâ ile dolu, ulu mâbedin hatırı için, bende aşk binâsını ebedî kıl! Aşkımı, Kâbe temeli, Kâbe duvarı gibi ayakta ve bâkî tut!”
“Her lâhza, her zaman, her dem, gönlüme aşk derdinden ıztırap sal! Aşk yolunda dâimâ şevkimi ve zevkimi arttır. Şu yeryüzünde nerde bir keder varsa gönlüm ona tutulsun. Bana aklı değil, aşkı tanıt! Leylâ’nın güzelliğinde bana dâimâ sen görün!” dedi.
Ardından, Fuzûlî’nin:
“Yârab belâ-yı aşk ile kıl âşnâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni
Temkînimî belâ-yı muhabbette kılma süst
Tâ dost ta’n edüp demeyê bî-vefâ beni.”
“Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigârımın
Geldikçe derdinê beter et mübtelâ beni.”
“Öyle zaîf kıl tenimî firkatinde kim
Vaslına mümkin ola yetürmek sabâ beni”
gibi, aşk ile îmânı bir potada eritmiş ve bir “bütün” haline koymuş mısrâlarını sıraladı.
Fuzûlî’yi olduran, ona ebedîlik veren sır, böyle bir aşk ve ıztırap sevgisiydi.
Bu, şüphesiz, aşırı bir romantizm haliydi. Fakat böyle bir romantizmin hazırlanışında Fuzûlî’nin hissî ve fikrî terbiyesi kadar, yetiştiği muhîtin dengin tesîri vardı.
Bunun için sıcak ve tabîiydi. O kadar ki böyle, ilâhî bir aşkın dayanılmaz ıztırâbı Werther’de intiharla biterken, Fuzûlî, aynı ıztırâbı her gün biraz daha tadabilmek için, yaşamak istiyordu.
Fakat Fuzûlî’nin en güzel bir duâsı, sokaklarında arabca konuşulan; kadınlı erkekli, zarif toplantılarında fârisî şiirler okunan bir muhitte, Allahından, Türkçe söylemek ve Türkçeyi güzel söylemek için, yardım istemesidir:
“Ey feyz-resân-ı Arab ü Türk ü Acem
Kıldın Arab-ı efsah-i ehl-î âlem
Ettin fusahâ-yi Acem’i îsâ-dem
Ben Türk zebandan iltifât eyleme kem”
Mısrâları, bunu ifâde eder:
“Ey Arab’a da, Acem’e de Türk’e de türlü feyizler veren Tanrım! Sen ki Arab’ı dünyânın en güzel ve doğru söyleyeni yaptın. Acem dilini güzel ve doğru söyliyenlere, Îsâ nefesi gibi, hayat verici bir söz güzelliği bahşettin. Ben Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum. Tanrım! Onlara verdiğin güzel söyleme kaabiliyetini bana da ver ve onlardan az verme!” der.
Çünkü “iltifat” kelimesinin bir mânâsı “güleryüz göstermek”se, diğer bir mânâsı da “sözü çok güzel kullanabilmek”dir.
Halbuki
geçmiş yılların bir Türk dili kongresinde bir dil ve edebiyat mensûbu dinlemiştim ki, asrının Türkçesiyle konuştuğu için Fuzûlî’yi inkâr ediyor ve “Fuzûlî Türk değildir, çünkü Türkçe söylememiştir” şeklinde bir îdam hükmü veriyordu.
Heyhât ki zamânımızın dil anlayışı hemen hemen bu çeşit cehâletler ve dalâletler üzerine kurulmuştur. Böyle vak’aların en mânâlı cevâbını ise yine Fuzûlî, şu hârikulâde güzel, Türkçe mısrâlariyle vermiştir:
Bir dem koşalım sadâ sadâya
Gel ağlıyalım bu mâcerâya
(*)Nihad Sâmi BANARLI,13.4.1957 – Hürriyet Gazetesi