“Gül yapraklarının balla ve limonla ezilip gülbeşeker hâline konulduğunu bilirsin.
Gül, nasıl bal tadından ve limon acısından lezzet alıp onlarla kaynaşırsa gönül de, acılık çeken nice yüzbinler gibi fakre, kanâate ve riyâzata öyle alışmalıdır.
Ne yazık ki gönülde gizli olan hazîneleri ve gönül lezzetlerini sana duyuramıyorum.
Çünkü bu mevzûda da dinleyenin söyleyenden ârif olması gerekir.
Böyle sözler, can memelerindeki süt gibidir, emen ve emdiğinden lezzet alan kimse olmazsa hem akmaz hem de tadı duyulamaz.
Dinleyenler, söyleyenin dilinden bilgi ve tad alabilecek bir kıvamda olurlarsa, anlatan ölü bile olsa dirilir, canlanır ve sırlar söyleyici olur.
Bilenleri söyleten ve gittikçe daha güzel söyleten, dinleyenlerdeki zevk ve istektir.
Dinleyenler, o anda başka şeyler düşünmeyip, hatibi can ve gönülden dinlerlerse, hatip, böyle bir istek karşısında dilsiz bile olsa sanki yüzlerce dili varmış gibi şevk içinde, konuşur, bilginlerin hikmetlerin, sırların eşsiz bülbülü olur.
Fakat bir haremin karşısında bir nâmahrem görününce, haremdeki bütün güzeller, nasıl kaçarlar, gizlenecek köşe ararlarsa, lisan bülbülü de öyledir, sözden ve söyleyişten anlamayanlar karşısında saklanmayı hak bilir.
Buna mukabil aynı hareme,
özlenilen bir mahrem geldiğinde harem güzelleri nasıl bütün gül ve nur endamlarıyla ona görünmek ister, bunda lezzet bulurlarsa, sözler ve hikmetler de öyledir, kendilerinden anlayanlara karşı güzelliklerini gösterirler.
Güzellikler, kendilerini görecek göz, sevecek gönül ararlar. Güzel sözlerin de öyle duyacak kulaklara hattâ duyacak gönüllere ihtiyacı vardır.
Görmeyen gözlere güzellik, duymayan kulaklara nağme sunulmaz.” (Şerhli Mesnevî’den)