Kafkas Türklüğü’nün boynunu sıktıkça sıkan Rus pençesine karşı Şeyh Şâmil’in ilk mukavemet hareketi, Ahilgoh’daki müdâfaa savaşı olmuştu.
Bu, sayıca da, silâhça da Türk kuvvetleri ile kıyaslanamayacak bir üstünlüğü olan Rus ordusuna karşı girişilmiş hesapsız ve netîce beklenmez bir cesâret örneği idi. Gerçekten de, gözleri pek yiğitlerden çok şehit verilmiş ve ümit edilen zafer, hayâl olup gitmişti. Bunun üzerine Dağıstan ulemâsı toplaşıp, daha fazla kıyım olmaması için bir mütâreke istenmesini kararladılar.
Amma bu mütârekenin kabûlü için, Şeyh Şâmil’in yedi yaşındaki oğlu Cemâleddin’in Ruslar’a rehin olarak teslim edilmesi şarttı. Bu Rus teklifi Kafkas savaşçılarının yüreğine koca bir kor gibi düştü.
Ne ki, vatanın menfaati bahis mevzuu olunca büyük mücâhit, oğlunu nasıl teslim etmezdi? Etti de.
Ancak Rus, her zaman olduğu gibi sözüne riâyet etmedi.
Mütâreke şartı gereğince on beş gün ateş keseceği yerde, daha imzâsının mürekkebi kurumadan, hemen ertesi gün hücuma geçmiş bulunuyordu.
Antlaştığı düşmanın târihî şerefsizliğini çok iyi bilen Dağıstanlılar, ellerini tez tutup, daha mütârekenin ilk gecesi kadınları ve çocukları uzaklaştırmışlar, kanları ile kefenlenmiş şehitler ise toprağa teslim edilmişti.
Tevekkeli Şeyh Şâmil, mütârekeye rağmen Rus hücumlarının durmayacağını ve Kafkasya’yı dize getirmenin, düşmanın iç politikasında ana madde olduğunu biliyor, onun için de Rus’a güvenemiyor ve: Köpek köpektir, Ahilgoh’da olduğu gibi nerede olursa olsun gene bizi ısırır, diyordu.
Dediği de oldu ve mütârekenin ertesi günü, karşı kuvvetler taarruza geçtiler.
Amma Şeyh Şâmil denen, dış yapısı gibi iç yapısı da arslanları yere yıkan kahraman, bir daha müdâfaa harbine iltifat etmeyerek, çete savaşında karar kıldı. Onun için de, büyük mücâhide, gerilla harbinin üstâdı demek yerinde olur.
Nereden, nasıl çıktığı belli olmayan kuvvetleri, turna geçimi gibi, birden zuhur ederek düşman birliklerinin üstünde fırtınalaşarak eser ve Rus askerlerini dağıtıp perişan ederdi.
Böylece de çeyrek asrı aşkın bir zaman, Kafkasya, Rusya’nın korkulu rüyâsı oldu.
Amma, kader levhasının yaprağında artık bir nihâî hüküm okunuyordu: Mağlûbiyet ve esâret.
*
Bir yanardağ gibi otuz beş sene cihat ateşi kesilmeden indifâ edip etrâfını alazlamış kahramâna, artık o kader levhinde esâret fermânı yazılmış bulunuyordu.
Çar, zirvelerin bu ele avuca sığmaz kartalını yakalamış ve sırf onu görmek bahânesi ile Kiev’e gelerek, esîrini de dâvet etmişti.
Bu, tâzim maskesi altında gizlenmiş bir mahkûmiyet haberi idi.
Nitekim öyle de oldu ve Şeyh Şâmil denen o ihlâs ve îman âbidesi, bu şehirde geçirdiği on yıl içinde arslan yapısı çöktü, hastalandı, dermandan tâkattan kesildi.
Kız evlâtlarının hepsi veremden ölmüş, oğulları ise başsız kalan yurtlarında çâresiz de kalmışlardı.
Çar Aleksandır’ın düğününe dâvet edilerek Petersburg’a çağrılan kahraman, artık iki yardımcının desteği ile yürüyen güçsüz bir ihtiyardı.
Buna rağmen Çar, Osmanlı şehzâdesinin ölüsünden bile korkarak Bursa şehrinden kaçan Karaman Beyi gibi, bir gölgeden ibâret kalmış Dağıstanlı’nın hâlâ isminden bile çekiniyordu.
*
Ömrünün kitabında tek lekeli sahife olmayan bu cenk ulusu, Medîne-i Resûl’e doğru yola çıkarken, geride bıraktığı cihatlar silsilesinin de muhâsebesini tamamlamıştı. Öyle ki bir an bile, iktidar ve saltanat için kılıç sallamamış, yalnız Hak ve hakikat için döğüşmüştü.
Artık Hakk’a varacağı yolun da sonuna yaklaşmışa benziyordu. Nitekim öyle de oldu.
Bu satırları yazanın âlemlere yol gösterici Mürşidi de, o îman pehlivanının toprağa hazırlanış ânını şu vesika sözler ile bağlamıştır: “Şeyh Şâmil gasl edilirken vücudunda yüz yirmi kılıç yarası bulunuyordu.”
Sâmiha AYVERDİ, Ne İdik Ne Olduk, s. 42.