Kıvılcım’ın mektubu aynen şöyleydi:
(Gece, bütün haşmeti ile hükümranlığını sürdürüp, bugünkü ömrünü yarıladı. Eğer, yarın diye bir şeyin varlığına inansaydım, aynı siyah örtünün istikbâlinden de bahsedebilirdim.
Bütün kirleri; sırları, günahları ve gözyaşlarını örtüp gizleyen şu gece, içimde yalımlanan alevi örtüp gizleyemiyor. Çünkü, aslâ kuşatılıp karartılamayan o ateş, Sen’sin!
Bâzen şık, bâzen hırpânî…gâh kaba,gâh zarif kılıklı bu kulunun gönlünde senden ibâret bir yangının varlığını senden başka kim bilir,kim anlar?
Bu dumansız kokusuz ateş, bu varlığımı eriten alevler semâlara erişti de, en yanıbaşımdakiler bir an bile “ne oluyor?” demedi, diyemedi. Hoş, ben de anlamış, bilmiş değilim ve ne olup bittiğini anlamak da umûrumda değil!
Bir şey seni hatırlatıyorsa, ancak bu takdirde ilgimi çekiyor. Bir tek bunu biliyorum, bir de seni hatırlatmayan hiçbir şeyin olmadığını. Böylece, sâyende sâhip bulunduğum şu yangın yerinden ibâret gönlümü gece demeden, gündüz demeden diyâr diyar taşıyor, taşıyorum. Zîrâ “biri çıkar da karşıma, tutuşur” umuduyla, gezmekte dolaşmaktayım. Yoksa, beni bu diyâra salmış olmanın ne mânâsı kalır ki?
Birileri… Onlar… tutuşup yansın… ve sana karışsınlar; böylece, benden sana mektup ulaştırsınlar.
Yaş, ham ve tutuşmak nasîbinden uzak olanlar ise, bu masalla avunsunlar.)