Miraç hakkında Doğu’da yazılmışları okumaktan insana ne fayda vardır, ne zarar.
Hattâ diyebilirim ki, bu aralık ben zararını gördüm, kitaplar saflığımı karıştırdı, bulandırdı.
Mevlid’in miraç kısmını rûhumun yetişebileceği en berrak, en derin duygularla dinlerdim.
Sidre’ye kadar olan seferi gittikçe heyecanlanmakla berâber, kendimi zapta muvaffak olarak dinlerdim.
Sidre diye öte, ne yerin, ne göğün, ne zamanın ne mekânın kalmadığı hâlete sıra gelince, bir tek zerrem yerinde tutunamazdı, dağılırcasına titrerdim, bütün varlığım boşanır gibi ağlardım.
Ben o zamanlar miraca yığınla kitaplar devirdiğim gecelerden daha yakındım.
Kimse kimseye bir şey anlatamaz, bunu herkes kendi rûhunun harîminde tatmalı.
Hayatta sevdiklerimizle -bir başka türlü- göz göze gelinip, ulûhiyet alıp verdiğimiz mukadder anlar vardır ki sonradan beşeriyet tesiriyle bunları bâzen yıllarca süren inkisarlar, hicranlar tâkip eder.
Ama bütün o perâkende vuslatlar mürşide yol bulmak mazhariyetine ererse bütün o muhabbet sızıntıları, bütün o perâkende vuslatlar mürşidin sîmâsında kristalize olur, artık sağa sola çarpınmaktan kurtulur, merkeze bağlanırız.
Sevginin ölümsüz hedefine ulaşmakta miraç ikliminden bir esinti vardır.
Bir de nefsimizi tamâmiyle terk edebildiğimiz zamanlar kendi miracımız yolundayızdır. Bunu anneler ve savaşta ölen askerler bilir.
Cebrâil(a.s.) Hazret-i Muhammed’e bir binek seçmek için cennetteki Buraklar arasında bakınırken içlerinden birini boynu bükük, mahzun, cennete bile küsülü gördü, sebebini sordu.
Burak, binlerce yıl evvel, yâ Muhammed! Diye bir ün işittiğini, o gün bugün aşktan, hasretten sağı solu şaşırdığını anlatınca, Cebrâil şu cevâbı verdi:
Kimde kim aşkın nişânı vardurur
Âkıbet ma’şuka onu erdirir
Böylece Burak Resûlullah’a miraç yolunda binek olmak saâdetine kavuştu.
Bâzı rivâyetler evvelâ Burak üstünde gitti, sonra Refref’e, sonra Cebrâil refâkatinde gitti, Sidre’den öte Cebrâil de durakaldı, Resûlullah’tan sitem işitti, derler.
Râh-ı aşkda kim sakınır cânını
Ol kaçan görse gerek cânânını
Sanırım ki, Resûlullah önce Burak’la, Burak geri kalınca Cebrâil refâkatinde gitti.
Cebrâil “buradan öte varamam, yanarım” özrü ile durakaldığı vakit -yeşil bir döşektir denmişse de ne olduğu bilinmeyen- Refref geldi, Hazret-i Muhammed’in önüne, selâm verdi:
Aldı ol şâh-ı cihânı ol zamân
Sidre’ye gitti ve götürdü hemân
Yâni Burak yoruldu, Cebrâil ürktü ama Refref hem götürdü hem berâber gitti. Peki… Resûlullah bütün kâinâtı, hayâtı ve ölümü, cenneti ve cehennemi her şeyi görüp geçerek Hakk’a ulaştığı demde Refref neredeydi?
Öyle ya, mâdem ki Sidre’den öteye hem gitti hem götürdü. Ah benim güzelim.
Ne diyeyim?
Belki de Burak, Hazret-i Muhammed’in âşıklık sıfatı idi, en ufak bir fısıltı içinde gizli keyfiyetler, en kamuflajlı şekil altında ilâhî güzellikler seçen, aşka düşen, hasret çeken, sabreden cennete bile alıcı gözü ile bakmayan bir âşık sıfatı.
Cebrâil O’nun Tanrısal jenisi olabilir, daha yücelere uçar gerçi, nihâyet o da tükenir. Refref ise, Resûlullah’ın (Velî) sıfatı tutulsa gerek.
Zira evliyâda aşk ve dehâ birbirine kaynar, tahmin edemeyeceğimiz vasıflarla perçinlenir.
Refref meydana gelir… Mahiyeti îtibâriyle bir muamma olduğu için böyle yüzlerce mânâya gelen müphem bir isim taşır. İslâm’ın uluları, Resûlullah’ın (Velî) sıfatıyla mirâca erdiğini kabûl etmişlerdir.
Hakk’a erişmek, (Zât) mertebesidir. Artık (sıfat)ın da vücûdu kalamayacağı için velev en yüksek sıfat olan velîlik, yâhut Refref, kendiliğinden dağılır ve yok olur.
Bu mevzûda bilgi varsa eğer tahkîk ehlindedir.
Tahkîk ehli, bir hakîkati ilim yoluyla değil, yaşayarak gerçekleştiren ulu kişilerdir. Vaktiyle bir arkadaşım miraç bahsine fazlasıyla tutulmuştu: Âdetâ sarardı soldu, yemeden içmeden kesildi. Bir gün aramızda şöyle bir konuşma geçti:
O -Rüya gördüm, hayır olsun.
Ben ve kardeşlerim ve arkadaşlarım kapalı bir yerin dar kapısından dışarı fırladık. Önümüzde bir dağ, taştan ve demirden, tâ göklere kadar uzanmış tam bir direk.
Ayak basılacak gibi değil, baktım tırmanmak olmayacak, başladım dik yukarı uçmağa. Öteki çocuklardan kimse dağa karşı davranamamıştı.
Ben saâdetle karışık bir iftihar duyuyor, uçuyor uçuyordum.
Yarıdan yukarı yetince o kadar yoruldum ki, kalbim acıdı. Bu acıyı uyku içinde bile duydum. Ölürüm, artık uçamam, dedim. Kendimi dağdan aşağı kayar bıraktım.
Daha doğrusu artık kanadım kalmadığı için çelikten zemine düşmüşüm, kendiliğimden teker meker kayıyordum. Aşağı varınca baktım cennet gibi bahçeler, mor salkımlar açmış. Salkımları ağzımla koparıp yemeye başladım…
Hayırdır inşallah, anlayamadım bu rüyâyı.
Ben -Rüyâ yorumlamak haddim değil ama sen kendini Burak olarak görmüşsün…
Birbirimize bakıştık, azıcık gülüştük, sustuk.
Sâhibü’l-tâc-ı ve’l- mirâç Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya Salâvât
NOT: Üstteki yazı, merhum Safiye EROL Hanımefendi’nin (Çölde Biten Rahmet Ağacı) adıyla Kubbealtı Neşriyâtı tarafından yayınlanan eserinden alınmıştır. Yazarı rahmet, minnet dileklerimizle yâd ediyor, cümlenin Miraç Kandili’ni tebrik ediyoruz.
27.08.08