İzmir’de yayınlanan ve (Türk Kültür ve San’at Derneği)nin cefâkâr gönüllüleri tarafından hizmete sunulan “Bize Göre” dergisinin 23. sayısı da bir önceki kadar güzel; derli toplu ve doyurucu.
Bu sayıyı tamâmen “İzmir”e ayırmışlar ve 68 sayfalık hacme, neredeyse İzmir’le ilgili her şeyi sığdırmışlar.
İlk sayfada “Gâvur İzmir” deyiminin, günümüzde, gerçeklerle ne kadar taban tabana zıt anlamda kullanıldığını ibret ve hayretle okuyoruz: (1320 yılında, Aydınoğlu Gâzi Umur Bey, İzmir’i bir kere daha fethetmiş ve bu güzel şehrimiz 223 yıl sonra yeniden Türklerin eline geçmişti.
Bundan 24 yıl sonra, yâni 1344 yılı Ekim ayının sonbaharında büyük bir Haçlı donanması İzmir’e baskın yaptı. Şehrin iç limanıyla bu limanı koruyan –o zamanki ismiyle– San Pietro kalesini ele geçirdiler. Bu sırada, limanda bulunan Türk donanmasını da yaktılar. San Pietro Hisarı’na Aydınoğulları ”Aşağıkale” diyorlardı ve çok iyi korunan ”Aşağıkale” bir türlü ele geçirilemedi.
59 yıl süreyle Rodos Şövalyelerinin elinde kalan bu kaleyi düşürmek isteyen Gâzî Umur Bey de cenk sırasında şehit oldu…
Buraya hâkim olan, şehrin liman kısmına da hâkim demekti. İşte, 59 yıl boyunca Müslüman Türkler’in bir ”kızılelma” olarak gördüğü ve Rodos Şövalyelerinin, yâni halkın diliyle ”gâvur”ların elinde kalması sebebiyle İzmir’in o bölgesi hep ”Gâvur İzmir” olarak isimlendirildi.
Ankara Savaşı sonrasında Timur’un Aşağıkale’de taş taş üstüne bırakmamasının ardından Cüneyt Bey 1415’te İzmir’i “yekvücût” hâle getirmeyi başardı. Ancak “gâvur İzmir” sözü, bu mânâda kötü bir mîras olarak kaldı.
Biz artık bu güzel ”hanım sultânın” anahtarını size veriyoruz. Haydi, kapıyı açsanıza…!) “BİZE GÖRE”nin son sayfalarındaki şu satırları da sizlerle paylaşmadan edemiyorum:
(Bizde bilinen ilk mezarlık katliamı Bursa’da Ahmet Vefik Paşa tarafından gerçekleştirilmiştir. Paşa’nın kısa süren Paris sefirliği sırasında tanımış olduğu Baron Hausmann’ın yıkımlarından ilham aldığını kitaplar yazmaktadır..
Vali Rahmi bey(*) İzmir’de yüzlerce dönümlük tarihi Uluyol mezarlığını yok edip bir de bununla övünmüstür.
Yaklaşık 1000 yıllık bir arşiv olan bu büyük mezarlıktan arta kalan son parselin de Agora kazılarını başlatmak için 1927 yılında kaldırtıldığını arkeologlarımız iftiharla söylemektedirler.
Maalesef, arkeologların bazıları Anadolu’daki Türk dönemi kültür mirasının düşmanı gibidirler. Şimdi İzmir’in tarihi Türk mezarlığı yoktur.
Yalnızca Basmâne semtinde Emir Sultan olarak bilinen çok küçük bir mezarlık vardır, bu mezarlık belediye ve İzmir Araştırmaları Enstitüsü tarafından incelenmiş, mezar taşlarının 700 yıl öncesine kadar târihlendiği anlaşılmıştır.
Kurtulabilen diğer sanatlı taşlar da İzmir’in târihi câmilerinin hazirelerinde bulunmaktadır. Emir Sultan haziresi ise şimdi kaderine terk edilmiştir, buradaki taşları halkın şamanlıktan kalma alışkanlıkla türbeye bağladığı çaputlar korumaktadır.
(Malazgirt’ten kısa bir süre sonra Türkmen atlılarının Çesme kıyılarına ulaştıkları ve Çaka Bey’in ilk Türk donanmasını kurduğu biliniyor; peki bu öncülerin mezar taşlarına ne oldu?)
1928 yılında da Afyon Mezarlığı kaldırılmıştır.
Bu büyük arşivden geriye kalan az sayıda Türkmen mezar taşı şimdi Afyon müzesindedir ve İslam öncesi Türk sanatının izlerini hâlen taşımak bakımından çok önemlidir. Bugün için Türkiye’deki tek arkeolojik sit alanı ilan edilen Osmanlı Mezarlığı İzmir’in Foça ilçesindedir.
Oryantalistlere göre Türk mezarlıkları hüzünlü yerler değildir, sağa sola eğilmiş mezar taşları sanki tatlı bir sohbete dalmış gibidir, onların târihî mezarlıklarımıza olan hayranlık ifâdeleri kitaplar dolusudur.
Türkolog dostumuz Jean Paul Roux İslâmiyet’in, ölülerin vakit geçirmeden ve tören yapılmadan yazısız bir taşın altına gömülmesini emrettiğini, ama Türklerin buna aldırmadığını bu yüzden cenâze ve gömüt sanatının Türk egemenliğindeki topraklarda en güzel örneklerini verdiğini yazmaktadır.
Osmanlı Rönesans’ı olduğu öne sürülen III. Ahmet döneminde (Lâle devri) Batı’dan gelen Barok ve Rokoko üslupları mermer yontucularımızı da etkilemiş ve ustalarımız bu akımları mâhirâne bir değişikliğe uğratarak küçücük mezar taşlarına sığdırmışlardır.
Avrupalı’nın insanı âdeta ezen devâsa Barok’unu sanki yeniden yaratmışlardır.
Türk mezar taşında bir kaç plastik değerin bulunduğunu bir türlü anlayamayan bizim Batı’ya fena şartlanmış aydınımız (!) niye heykelimiz yok diye hayıflanır durur.
Anlaşılan bu güzellikleri fark edememek için Türk olmak gerekiyor. Dünyânın bütün şehir plâncıları, heykeltıraşları ve müzecileri bir araya gelseler ve 100 yıl uğraşsalardı böyle bir açık hava müzesini yaratamazlardı.
Bu açık hava müzeleri eğer Fransa’da olsaydı çoktan dünyadaki 8. harika ilân edilirdi. Sanat değerini anlamasak da, bizler için bir şey ifâde etmese de (ki gerçek ne yazık ki öyle) arşiv değerlerinin çok önemli olduğunu artık bilmek zorundayız.
Grafik sanatçısı Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu’nun dediği gibi “Dede bir vatan bıraktı, torun ona bir mezar taşını çok gördü.
”Kültür Bakanlığı, târihî mezarlıklarımızı sit alanı olarak ilân ettirmelidir ve defin yasağı koydurmalıdır. Târihî mezarlıklarımız belediyelerin insafına terk edilmiştir ve tam bir arpalıktır.
Antika mezar taşları yollara mıcır olmakta, kireç ocaklarına gönderilmekte ve çalınmaktadır, seyirci kalırsak gelecek nesillere ait emânetler tamâmen yok olacaktır, bunun suçlusu ise bizler oluruz.
Dirimize saygımız olmadığı gibi ölümüze de saygımız yok, bari bir taşçı kalemi ve balyozla o şâheserleri yaratan ustalarımızın emeği ve alın terine saygı duysaydık, ama ne gezer?
Sanayicilerimiz ve entellerimiz Afrodisyas’ı kurtarıyorlar, yüksek sosyete Venedik’i kurtarmakla meşgul, siz hiç Ahlat ve Mardin’deki Selçuklu mezarlıklarını veya Mardin’i ya da Kula’yı kurtarma derneği kurulduğunu duydunuz mu?
Hiç değilse biz de gördüğümüz tahribâta karşı 2863 sayılı Kültür ve Tabiat varlıklarını koruma kanununa muhalefet edenleri Cumhuriyet Savcılıkları’na ihbar edelim, ne dersiniz?
Ben kendi hesâbıma ihbar ediyorum da…)
Bu nefis dergiye emeği geçenlerden; Gülsima Yıldırım, Sanem Sunlu, Gülşah Taner, Hüseyin Hasanoğlu, Sedâ Görceğiz,Güldâne Dörtbudak, Nazlı Uluer, Bernâ Yaylacıoğlu, Sedâ Peker, Serpil Akgül, Bedrettin Altınkuşlar, Ünal Şenel, Nihan Doğan, Orhan Artun ve Ali Haspolat’a sonsuz teşekkürler.
Gönüllerine ve ömürlerine bereket… Derneğe ve “Bize Göre”ye ulaşmak şu adresten mümkün: (www.tksd.org)
27.08.08
Bir top ateş bunlar… Gerçekten her biri birer serdengeçti! Bir derginin, daha doğrusu bir derneğin çatısı altında toplanmış gencecik insanlardan söz ediyorum; tam da merhum Ârif Nihat Asya’nın, “Ne diye oyunda, oynaştasın? Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! Kızım, sen de Fâtih’ler doğuracak yaştasın!” Diye resmettiği vasıfta çalışkan ve canını dişine takmış, kızlı erkekli bir avuç gençten ve onların çıkardığı dergiden bahsediyorum.
Çatısı altında toplandıkları dernek, Türk Kültür ve Sanat Derneği. Derginin adı: BİZE GÖRE… Sekizinci yılında, 22’nci sayıya ulaşmışlar ve bu sayıyı da gâzi ve şehitlerimize tahsîs etmişler. 62 sayfalık, lüks kapağı ve birbirinden güzel, zaman zaman insana gözyaşlarını bile fark ettirmeyecek derecede çarpıcı; sarsıcı yazı ve röportajlarla dolu bu nefis dergiyi mutlaka görünüz.
İsteyip, bulup okuyunuz lütfen… “Toprağı Vatan Yapanlara” ithâf ettikleri söz konusu dergiyi çıkaranların hepsi de derneğin gönüllüleri… Her yazar, isminin başına bir “Mehmet” ismi eklemiş, yâni her biri (Ben, hazır kıt’a Mehmetçiğim!) diye haykırıyor âdeta!
Hepsi de ya öğrenci, ya ev hanımı, ya da akademisyen; yâni her birinin aslî işleri var. Merhum Mütefekkir ve yazar Sâmiha Ayverdi: (Millî ideal dediğimiz yapıcı, uyarıcı ve sürükleyici enerji, mâzîden kaynayıp istikbâle akan gür ve kuvvetli bir nehir gibidir.) diyor ya…
İşte, “millî ideale” sâhip kimselerin aslî işleri ve dertleri de böyle millî oluyor.Ne mutlu onlara ve ne mutlu bu pırıl pırıl gençleri bir araya getirip imkân tanıyan İzmir’deki Türk Kültür ve Sanat Derneği’nin yöneticilerine! Hepsine, gönül dolusu tebrik ve teşekkürler. Ellerine, gönüllerine sağlık…