Onlar, «Lütfen!» den anlamaz, «ulan!» dan anlar.
Onlar, çiçekten anlamaz, dikenden anlar… Güvercinden, kelebekten değil; doğandan, kartaldan anlar.
Ve onlar, kanattan anlamaz, gagadan anlar, pençeden anlar.
Onların kitap mantığından değil, Ayfon, Kocatepe, Dumlupınar mantığından anladığını, biz kırk yıl önce biliyorduk… Fakat unutmuşuz. Bu bilgiyi tazelemek için harcadığımız aylar, onlara, bile bile vakit kazandırmamız gibi oldu.
Onlar, şarkıdan anlamaz; türküden, ağıttan anlamaz, belki marştan anlar.
Onlar, yaydan anlamaz; oktan anlar.
Aylarca dil döküp durduk… Onlar, dilden anlamaz, elden anlar.
Anlaşmak için el uzattık, bunu el açmak sandılar. Düşünmedik ki, tokatla yumrukla beslenmeye alışmış olanlar, el işaretinden değil; tokattan, yumruktan anlar.
Onlar, soğukkanlılıktan anlamaz, öfkeden anlar.
Onlar, aydınlıktan anlamaz, ateşten anlar…
Onlar, ipekten, kâğıttan değil, demirden, çelikten, kurşundan anlar.
Onlar yazışmadan, çizişmeden, buluşmadan, görüşmeden anlamaz, dövüşmeden anlar…
Yanlarında Kıbrıs konusu açıldığı zaman, suç kendilerindeymiş gibi, asker dostlardan kiminin yüzü öfkeden, kiminin yüzü utançtan kızarıyordu. Karacısı da, havacısı da, denizcisi de pekiyi biliyordu ki Kıbrıs’ta meydanı boş bulanlar, uçurtmadan, balondan anlamaz, roketten anlar…
Altı ayın acısını üç saatte çıkardığımız doğrudur, altı ayı tebrik etmem; üç saati tebrik ederim.
Onlar, önsözden anlamaz… Sonsözden anlar.
18 Ağustos 1964