Eski Yunan’da -en yüksek medeniyet dönemlerinde bile- ressam ve heykeltraşlar yani sanatkârlar “işçi” sayılırlardı. Plutark’ın şu sözleri çok düşündürücüdür: “Biz, bir eserin kıymetini takdir ederiz ama onu yapan kimseyi aşağılarız.”
Eski ve orta zamanlardan bize pek çok sanatkâr ismi kalmışsa da, şüphesiz ki o dönemler genellikle bir sanat eserini ortaya koyan sanatkâr, o eseri para verip yaptırana oranla hiç de ciddiye alınıp önemsenmezdi. Bir eseri yapan değil, yaptıran takdir edilir ve tablo yahut heykellerin üzerinde yaptıranların ismi yazılırdı.
Bütün orta zamanlarda sanatkârlar, esnaftan sayılırdı ve tıpkı kasaplar veya dokumacılar gibi lonca teşkilâtına dâhil edilmişlerdi. Hattâ On yedinci Yüzyılda bile ressamların eserleri sıradan bir marangozun veya demircinin işinden çok daha fazla îtibar görmezdi. En büyük ressamlar bile, dükkân levhaları yahut soba paravanaları boyayarak para kazanıyorlardı.
Dürer, Holbeın, Burgkmaier gibi o devrin en büyükleri bile lonca kurallarına uymak ve işçi sınıfından sayılmak zorundaydılar. 17’nci Yüzyılın büyük ustaları, ekmeklerini ressamlıkla değil; aşçılık, otelcilik, çorapçılık ve fırıncılık yaparak kazanırlardı.
On sekizinci Asır başlarında bile ressam loncasına dâhil olanlar, eserlerini seyyar satıcılık yaparak satmaya çalışmışlardır. Bir ressam veya bir oymacı sanatkârın pazaryerinde veya köprübaşında sergi açması, meslek şerefine hiç de aykırı sayılmazdı.
Ancak 1773’de İmparatoriçe Maria Teresa tarafından çıkarılan bir emirnâme ile ressamların, heykeltraşların, grafikçilerin ve mimarların her türlü lonca kuralından azâde oldukları ve bu kimselerin sanatlarını ortaya koymalarının, onların asâletine zarar vermediği ilân edilmiştir.