Muhâbirimiz İbiş İbrişim, Cehennemin en dibinden bildiriyor:
-Âbi, orada neler oluyor? Allah aşkına beni bilgilendirin. Zâten memleket hasretiyle burada yanıp tutuşuyorum, bir de beni şaşkına çeviren haberlerle âdetâ başım dönüyor. İsterseniz artık beni yurtiçi -daha doğrusu dünyâ içi- görevine getirin.
Neden derseniz; memleket cehenneme çevrilmiş mâdem, ben de muhâbirlik görevimi orada bal gibi yapabilirim. Sıkıldığımdan değil vallâhi, ama artık dayanamaz oldum duyduklarıma… Meselâ dün gece, zebânîlerden biriyle çay molasında sohbete daldık. Adamın uydu televizyonu haberleri veriyordu, aynısını özetle aktarıyorum:
Devletten Nazım’a “Hoş geldin” kitabı
(Kültür ve Turizm Bakanlığı bu yıl, Nazım Hikmet’i anma etkinliklerine, “İstanbul Şairi Nazım Hikmet, Hoş geldin” adlı bir kitap yayınlayarak anlamlı bir katkı yaptı.
Kitabın önsözünün Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından yazıldığı bildirilen açıklamada, önsözden şu satırlara yer verildi: “Nazım Hikmet’in trajik yaşamına, uğradığı haksızlıklara, çektiği acılara ve hasrete karşın, eserlerindeki yurt sevgisi, halkına ve diline bağlılığı, onun sanatçı kişiliğinin ve ödünsüz savaşçı kimliğinin göstergesidir.
Bu özel yıl için hazırlanan “İstanbul Şairi Nazım Hikmet, Hoş geldin” kitabının Nazım’ı değişik yönleriyle tanıtarak, bir boşluğu dolduracağını umuyorum.”)
Şimdi diyeceksin ki: Oğlum niye sinirleniyor ve nesine kızıyorsun bunun? Biliyorum âbi, elbet (gübrelikte gül bitmez) derler. Fakat bu kadarı da çok fazla değil mi yâni?
Hem boşuna kızmıyorum zebânînin televizyonu bu cins haberleri sürdürürken ben de fırlayıp Nâzım’ın koğuşuna gittim; gazeteciyiz ya…İşin gerçeğini onun ağzından dinleyip bir flaş haber patlatayım dedim.
Daha ben ağzımı açar açmaz, alevlerin arasından şunu demez mi:
(-Hastirsinler ulan… Ben nereden İstanbul şâiri oluyorum? Yahya Kemal’dir asıl İstanbul Şâiri! O’nun yazdıkları yanında benim birkaç şiriim keçiboynuzu kadar tat vermez insana. Hem nedir o hoş geldin palavraları?)
İşte böyle âbi… Şaşkın bir hâlde oradan ayrıldım, çünkü alevler ağzımı yüzümü yalayıp duruyordu. Tekrar zebânînin yanına döndüm ve yarım kalan çayımı yudumlamaya başladım.
Bu sefer de Türkçe Olimpiyatları’yla ilgili bir haberle kan beynime fırladı; dünyânın dört bir yanından gelen değişik ülkelerin çocukları bizim dilimizi fevkalâde kullanıyor, ya şiir okuyor ya da şarkı türkü söylüyordu.
Protokolu meydana getiren zevatsa, sırıta sırıta nutuk atıyor ve fasülyenin nîmetlerini(!) peşpeşe sıralıyorlardı. O zamâna kadar konuşmayan Zebânî hemşerim dudaklarının arasından şunları fısıldadı:
-“Bu ne biliyor musun? Yeri bırakıp göğe kement atmak! Adamlar kendi ülkesinin insanlarını bırakmış, yedi düvele Türkçe öğretiyor. Ne yarar ki? Ölme eşeğim ölme!”
Zebânînin sözleri kafamı karıştırdı âbi… yine o devam etti:
Gazze’deki işgali kaldırmaya soyunanların, insan haklarını savunur görünenlerin Türkistan’da yıllardır yaşanan işgal ve soykırımla hiç mi hiç ilgilenmeyişleri acaba nedendir? Terör şehitleri, gâziler ve onların âileleri neden insan sayılmıyor?’
Vesâire vesâire… Dostlara bol selâm ve sevgiler.