“Ne sâl iledir ne mâl iledir
Beyim ululuk kemâl iledir”
Esad M.Paşa
Hani, Ken’an Rifâî Hazretleri:
–“Resûlullah Efendimiz birgün ashâbiyle bir yerden geçerken, hendek içinde bir leş görmüşler. Ebû Bekir Hazretleri: Ne kadar fenâ konuyor! diyince, Efendimiz: Ne kadar beyaz dişleri var! buyurmuş.
Dâimâ her şeyde iyilik görmeli, iyi tarafına nazar etmeli. Meselâ sarımsak için ne fenâ kokuyor, diyorsun. Halbuki onun ne faydaları ne iyilikleri var… işte bunun için dâimâ güzeli ve iyiyi görmeye çalışmalı… birbirinizi yemeyi değil…”
Îkazında bulunur ya.
Hani sokakta, adamın biri elini kaldırmış, karşısındaki kimseye vurmak üzeredir ve bu manzarayı evin penceresinden seyreden bir grup:
–“Aaa… Adama tokat atacak!”
Diye söylenirken, onların hocası olan zât:
–“Niye kötü zanda bulunuyorsunuz? Elini kaldıran adam belki de kendi başını kaşıyacaktır.”
Îtirâzında bulunur ya…
Hani Hazret-i Ali ve yanındakiler yolda giderken, kilisenin çanı çalınır; Hazret-i Ali durur ve zevkle dinlemeye başlar. Yanındakiler:
–“Ne yapıyorsun yâ Ali? Çan sesi bu!”
Dediklerinde:
–“İyi ya… Hû diyor!”
Karşılığını alırlar ya…
Bu ve benzeri örnekler bizim îman hayâtımızda sayılamayacak kadar çoktur.
Vurgulamak istediğimiz ise, kısaca şu:
İnsanlık târihi boyunca sıradan insan kalabalıklarını uyarıp silkeleyenler, hep böyle farklı bakış açısını hayat tarzı hâline getirmeyi başaran bilge kişilerdir. Bunların en başında peygamberler, sonra da peygamberlerin peşi sıra yürüyebilenler gelir. Bu kural, her din ve her sosyal bünye için geçerlidir. Zîra maksat; insan aklının ve idrâkinin, dolayısıyla insanın yücelere çekilmesi… Hiçbir mahlûka tanınmayan üstün meziyetlerle dünyâya gönderilen beşer cinsinin “sıradan” ve yavan bir hayat sürmekten kurtarılmasıdır.
Başka bir söyleyişle bizim kültür ve medeniyetimizin öğrettiği ana düstur; insanların “ben müslümanım” demesiyle işinin bitmeyeceği gerçeğidir. Bilindiği gibi Müslüman sayılmanın belirli ve basit şartları vardır, o şartları yerine getiren herkesi Müslüman kabûl etmek gerekir. Aranan, beklenen, istenen ise buradan öteye geçmek ve inandığı dînin prensiplerine uymak; o özellikleri taşımak yâni onları hayâtında yaşanır hâle getirmektir. Ki bunun adına da “mümin” olabilmek denir. Ama bu vasfı kazanabilmek, müşkülden müşkül bir iş… İşte bu zorluktan dolayı çoğu kimseyi bir dîne mensup yâni dindar gördüğümüz hâlde –kendilerinde üstün meziyetlere rastlayamadığımız için- taşıdıkları rozete bakarak yargılıyor ve kabahati onların mensup olduğu dîne yüklemek hatâsını işliyoruz. Hâlbuki kabahat, şahsın kendi anlayışında ve yaşayışındadır.
Üstün meziyetler ancak ve ancak “üstün ahlâk” sâhibi olmakla kazanılabilir. Üstün bir ahlâk, mükemmel bir ahlâktır ve buna sâhip olmayı başaranlar ancak “mümin” sayılabilir.