Sana demediler mi, söylemediler mi gönül; her yangını küçücük bir kıvılcım çıkarır diye?
Şaka mı sandın, oyun saydın gönül? Bir kibritlik alev mi hayâl ettin?
Sen, samanım var sanıyordun… saman diye yanıyordun.
Gene zanna kapıldın, bu defâ çok yanıldın… hem çok yanıldın gönül!
Bir yürek olsaydın, bir lokmacık et olsaydın; yanar, kokar geçerdin gönül! Saman gibi, sap gibi, kabuk gibi kav gibi değil bu yanış… ateşten başını çıkar da bir bak; alevler felekleri kaplamış!
Sen alev aldın… bir kere parladın gönül; lâkin, seni tutuşturan o kıvılcım nerde?
Kıvılcım, sen mi oldu yoksa sen mi kıvılcım oldun? Eğer kıvılcım sen oldu ise buna şaşarım. Çünkü sen hâlâ yanmakta, yanmaktasın ve kimbilir ne vakte dek yanacaksın?
Yok, eğer sen kıvılcım oldun ise, buna daha da şaşarım. Zirâ, cihanlara sığmayan gönül, bir minicik ateş zerresine nasıl sığdı? Bunca odunu o zerreye kim yığdı?
Gâliba anladım… kıvılcım, kıvılcım sûretinde gezip tozan bir ateşti; gönül, sen de gönül olmaya hevesli, uçup konan bir başka ateş… Biriniz çiçek, biriniz Arı; böylece yaptınız balı!
İkiniz de aynı cinstendiniz… arandınız, istendiniz. Böyle, ne kadar da birsiniz ve nasıl da hürsünüz!
Keşke, yanmaya teşne bir gönül olaydım ve kendime bir kıvılcım bulaydım. Ama, adımı “akıl” koymuşlar; aklım ermediği için de bağlarla bağlamışlar. Böyle bağlı kalmaktansa, dağlanmayı yeğlerim Rabbim; lûtfet, kıvılcım gönder… Dağlat beni!
Ve bu hoşlukla, ağlat beni!