Genç Yörük kadını, yenice uyandırdığı ateşin başında derin hülyâlara dalmıştı.
Şu anda tabiatı sisli havalarda seyredilen alacalı bir güzellik gibi görüyordu. Yapılacak ne de çok işi vardı. Fakat çadırın içi ile dışı arasındaki bunca iş, onu ne zaman yıldırmıştı ki?
-Ne o kız, yoksa gene ağladın mı?
Diyen analığına:
-“Ateşe üflerken duman kaçtı da” diye cevap verdi. Gözlerindeki yaşı, yen’i ile silip burnunu çekti ve yerinden kalktı; çadıra girip, beşikteki bebesine baktı. Mışıl mışıl uyuyordu.
Toros’ların eteğinde yepyeni bir hayat başlamıştı. Ama nasıl oluyordu da her yeni doğan güneşle berâber onun yürek dağı da âdeta yeniden daha gür olarak yanmaya başlıyordu?
Genç kadın, büyük bir sadâkatle kocasının, yavrularının hizmetindeydi.
Bir sebîl gibi, varlığını harcamak, onun atadan anadan devraldığı bir tevhîd sancağı kadar mukaddesti.
Sabahtan akşama, akşamdan sabaha durmaksızın devreden meşgaleler, onun hep severek yaptığı şeylerdi.
Fakat bütün bu işlerin de üzerinde öyle çetin, öyle tatlı bir meşgalesi vardı ki;
mangal yerine kullandıkları gözleme sacının başında onu ağlatan da işte o yürek derdi idi.
Bu, öyle bir dertti ki ne zaman ve nasıl başladığını bilemediği; kocasına duyduğu sevgiden ötelerde ve bambaşka bir yaraydı.
İçin için kanayıp duruyordu.
Ve bu derdin sâhibi kadın, şunu çok iyi biliyordu ki;ne o ulaşılmaz gördüğü adam kendisinden bir şey istiyordu ve ne de kendisi,sevdiği kimseden bir şey beklemekteydi.
O, seviyor… sevildiğini biliyor; bu hasretle yanıp yakılıyor fakat bu yanış hiçbir zaman basitlik, bayağılık çamuruna bulaşmıyordu.
Ne var ki onu göremediği, çok özlediği zamanlar ne ovaya ne yaylaya sığıyor, yer gök kendisine dar geliyordu.
Bâzı bâzı: “acep günaha mı giriyorum” dediği de oluyordu, lâkin elinde hangi kudret vardı da gönlüne söz geçirecekti?
Kadın, bu çapraşık düşüncelerle tekrar ateşin başına gitti, baktı; ateş, tam kıvâmını bulmuştu.
Eğildi ve sacı tuttu.
Az öteye, kullanacağı yere götürüp, neredeyse bembeyaz hâle gelmiş korları boşaltacaktı.
Tam bu sırada bir gulgule, bir gürültü koptu:
-Geldi, geldi!
Diye bağrışanları duydu.
Büyük küçük bütün oba halkı bir noktaya doğru koşuyordu. Kadın da herkes gibi koşmaya başladı.
Sanki bir görünmez tılsımlı el, insanları kendine çekmekteydi.
Yörük kadınının yüreği yuvasından fırlayacak gibi çarpıyordu ama bu çarpıntı, koşmanın eseri değildi.
Nihâyet, namazgâha varınca, misâfir atlılara ulaştı.
Kabına sığmayan doru bir beygirin hâlâ eşinip kişnemesi ile kadının yüreği arasında hiçbir fark yoktu.
At, sırtında taşıdığı yükün nasıl farkında ise, aynı güzel yükü taşıyan kadının gönlü de eşinip kişnercesine feryatlar etmiyor muydu?
Kalbi yerinden ha fırladı ha fırlayacak gibi çarpan Yörük Kadını, otların üzerine oturdu.
Başını kaldırıp da bakmak için kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, buna muvaffak olamıyordu. Fakat bir çift ayağın yaklaştığını da fark etmişti; kadının başı dönmeye, gözleri kararmaya başladı.
O bir çift ayak, geldi geldi ve tam önünde durdu. Bu anda kadının ya kulakları sağır olmuştu, ya da kimsenin çıt çıkardığı yoktu.
Yörük Kadını, gözlerinin önündeki bir çift çizmeye bakarken, bir ses:
-“Ateş, ateşi yakmaz!” dedi.
Kadın, işte bu sesin sâhibine vurgundu ve aynı anda başında bir hafiflik hissetti; bir el, korlarla dolu sacı kadının başından alıp, yere koymuştu.
Aynı tok ses, kadının yüreğini oymaya devâm etti:
-“Senin adın Ayşe Kadın’dı… Bundan böyle seni Âşık Ayşe diye çağırsalar yeridir!”
Ve bunu derken utancın ölümcül bir heyecanla karışarak alev alev yaktığı Ayşe Kadın’ın çenesine hafifçe dokundu.
Kadın, o eli, iki eliyle kavrayıp avuç içini öptü.
Ağustos sıcağında, titriyordu.
Bütün oba halkı, şeyhlerinin elini öpmek için sıra beklerken, o gelip, Ayşe Kadın’a elini öptürmüş; üstelik bir de isim takmıştı.
Ama nasıl olmuştu da o ateş dolu sacı başına koymuş ve onca yolu başındaki ateşle koşmuştu? İşin burasını aslâ hatırlamıyor ve anlayamıyordu.
Ayşe Kadın,
diğer bütün oba halkı gibi bunun yeni bir “kerâmet” olduğuna inanıyor; Allah dostlarına dost olmanın ve onlardan birini sevmenin kendisini böyle bir inanılmazı yaşamaya lâyık gördüğünü düşünüyordu.
Yoksa o kim oluyor da, ateş kendisini yakmayacak?
O kim oluyor da başındaki ateş dolu sacı bile fark etmeyecekti?
Geceyi uyumadan, seccâdesinde ve şeyhinin bu kerâmetine kendince şükrederek geçiren Ayşe Kadın, Âşık Ayşe’liğe çoktan alışmış gibiydi. Ertesi sabah:
“O’nun dediği her şey haktır” diyerek, yalnız olduğu bir an, elini ateşe soktu ve bir avuç koru avuçlayıp, öptü.
Ateş, ateşi yakmıyordu.