Dur dedim, yolum bu memlekete düşmüşken, şu adamı arayıp konuşayım.
Aradım taradım, sordum soruşturdum fakat bir türlü bulamadım.
Elimde, yıllar öncesinden bir adres vardı ama adresin yerinde yeller esiyordu. Acabâ bu şehir, îmar mı edilmişti?
Kadına erkeğe, yaşlıya gence sordum; “Hayır, bu memleket hiç îmar görmedi, yıllar yılı böyleydi” dediler.
O hâlde bir felâket; bir tûfan, bir zelzele alıp götürdü dedim. Baş sallayıp iki yana:’ ’aslâ!” diye cevap verdiler.
Peki, yer yarılıp, bu adresin sâkinlerini yutmadıysa ve burası da filânca memleketse, nedir bu hâl? Bu sır nedir, dedim.
Yaş yaşamış kocamış, gencecik ter ü tâze, pîr-i fânî kundaklık bebe… bir ayağı kabirde henüz ana rahminde; cümlesi, cümlesi bir ağızdan ses verdi:
–” Elindeki adresle, o adam hiç bulunmaz ey yabancı… yabancı!”
Avcumdaki sararmış kâğıda yeniden baktım; “O güzel kadının kocası” yazıyordu.