Bizler de herkes gibi, birçok konuda câhildik; bildiklerimiz, okuduğumuz kitaplarla sınırlıydı.
1956 sonbaharında bir gün -Sâmiha Anne- bana dedi ki:
“Mehmed Efendi’ye git, benden selâm söyle, benim ricâmı ilet. Sizlerle haftada bir gün sohbet etsin. O, Efendim’in pek değerli evlâtlarından biridir. Size hem eski yazıyı öğretsin hem de Kur’ân’ı anlatsın.”

Mehmed Dede’yi toplantılarda görüyordum, fakat sohbetini hiç dinlememiştim. Orta boylu, beyaz kıvırcık saçları hemen hiç dökülmemiş, geniş alınlı, kısa sakallıydı. Çok güzel gri-yeşil gözleri vardı. Tokat’ın bir köyünde doğmuş, genç yaşta İstanbul’a gelip medresede okumuş, Bayezid’deki Dişçi Mektebi’ne devam etmiş. Orada Nazlı Anne’nin oğlu Ziyâ Cemâl Bey’le sınıf ve sıra arkadaşı olmuş.Arkadaşlık ilerleyince onların evinde kalmaya başlamış. Onun delâletiyle Ken’an Rifâî’yi tanıyıp intisab etmiş. Dişçi Mektebi’ni bitirmişse de diplomasını almamış ve hiç dişçilik yapmamış. Birinci Cihan Harbi’nde askere alınmış, esir düşmüş. Dört yıl süren esâretten sonra yurda dönmüş. Sâmiha Anne onu şöyle anlatıyor:
“Genç Gâzî, o yıllar yılı emek verip gecelerini gündüzlerini harcamış olduğu aklî ve naklî bilgileriyle benliğinin esâretinden kurtulamayacağının şuûruna varıp da, aşk ve teslîmiyetle adımını attığı o rahmet kapısındaki el, nefsinin üstüne şevk ve muhabbet hançerini saplayınca hayatta iken ölümü bulmuş, gâzîlikten şehitliğe yükselmişti.”(2)
(*)Özcan ERGİYDİREN, Hayâli Cihan Değer, Kubbealtı Neşriyâtı,2009,sh.125
(2)Sâmiha AYVERDİ, Hâtıralarla Başbaşa, Kubbealtı Neşriyâtı,1998,sh.144.