Adamın biri, bir zamanlar, mürşîdinin dizi dibinde tatlı günler geçirmiş. Sonra, hayat fırtınası, onu başka yerlere savurmuş.
Aradan yıllar geçtikçe, o adam, mürşîdine duyduğu sevgiyle hayıflanmaya başlamış:
– Keşke şu, şu ve şu şahıslara aldırış etmeseydim. Şu hâdise şöyle cereyân etmeseydi, ben de filâncaya şunu deseydim de; keşke hocamdan uzaklarda vakit harcamasaydım. v.s.
Mürşîdi, bir gün bir mektup yazıp, demiş ki:
– “Duyduğuma göre; hayıflanıp, üzülüyor ve ağlıyormuşsun. Hattâ, bu ayrılığa sebep olduğunu zannettiğin şahıslara ve hâdiselere de bâzı bâzı, buğz ediyormuşsun. Sen, nasıl dervişsin? Ve nasıl âşıksın? Ben, sana, sebeplere takılma! Demedim mi?
Hiç olmazsa, pervâneden ibret al! Fakat, burada bir incelik gizli… pervâne, doğduğu anda, gidip de ışıkta fânî olmaz. Böyle olsa, yaratılışının ne kıymeti kalırdı? Zâten, ışık da onu hemen yakmayı istemez. Çeşitli vesîlelerle, onu kendinden belli bir uzaklıkta muhâfaza eder ki; o pervâne, aşkında şuurlu ve sebatkâr bir kıvâma erişsin.
Derviş de mürşîdi karşısında, böyledir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bir oyunudur. Mıknatıs, kendi isteği ile mıknatıs olmamıştır; ona o hassayı veren Kudret, pervâneye bir türlü, ışığa bir türlü.. sana ve bana ise bir başka türlü; ama aynı hassadan pay dağıtmıştır.
Senin yapman gereken; şuna buna kızmak, küsmek değil.. payına düşen nîmetin şükrünü bilmek ve o nîmeti verene; yüzünü tam döndürmektir.
Sen zannediyorsun ki; özleyen, isteyen ve seven, sensin! Hayır! Cenâb-ı Hak: “Ben seni sevmedikçe, sen beni sevemezsin!” buyurarak, ölçüyü bildirmiştir.
Hiç düşünmez misin ki; seni oralara gönderen el, senin pişmeni, olgunlaşmanı ve içindeki muhabbetin ziyâdeleşmesini istemiş olabilir. Olabilir ki, hizmet için gönderildiğimiz bu dünyânın o köşesinde; senin göreceğin hizmetler vardır. Ve sen, o hizmetleri görmeden, mürşîdinin gönlüne girecek “kalb-i selîm” diplomasını almış sayılmayacaksın.
Hiç, bunlara surat asılır mı? Yüz ekşitilir mi?
Beni düşündüğün her an, benim de seninle olduğumdan nasıl şüphe edebilirsin?
Cismen yakın olup da, benim yapıp söylemediğim; benim hoşlanmadığım söz ve fiillerle ömür tüketmeyi, iş mi sayıyorsun?
Eğer, her demiri aynı mesâfeye koysan; mıknatıs bile, onların hepsini çekmez.
Kulak, belli bir frekansın altındaki sesleri duymaz. Biz insanlar da buna benzeriz.
Hasret, insanı yontar oğlum! Yontar ve inceltir. İnsanda gizli cevheri, daha belirli hâle koyar. Bu, ağacın hızara gitmesi.. kalas, tahta, pervaz hâline gelmesi.. kısaca, yeni bir kalıp ve kisveye bürünmesi gibidir.
Bu hâle gelince, aslı, gene ağaçtır; fakat, pervazlık bir çıtadan, köprü… kalastan da kapı pervazı yapmazlar.
İnsan, ormandaki bir ağacın bu mâcerasını bilmesine bilir de; kendisinin de benzer serencâmı yaşamadıkça, ormandaki herhangi ağaçtan farkı bulunmayacağını düşünemez.
Beşeriyet ormanında, herhangi bir ağaç olmak mı güzeldir; yoksa, aynı ağacı Kâzâ ve Kader çizgisinde yetişip büyümesi ve bir Kapı’ya anlı şanlı “eşik” olması istidâdıyle yaratan Allâh’ın rızâsına uymak mı daha güzeldir?
İşte, bu rızâya uymayı gâye edinen derviş; pervâne gibidir. Ne demişler:
“Gassal elindeki meyyit gibi…”
Evet, bu yol, böyle bir teslimiyeti gerektiriyor.
Olup biten her şeyi, Yüce Rabbimiz’den diye kabûl etmedikçe, yol alamayız. Yol almalı ve ilerlemeliyiz ki; bizim taşıdığımız cevher, hangi mesâfeden çekilmeye müsâitse; bir an evvel o çizgiye ulaşalım. Ve Sâhibimiz bizi kendine çeksin.
Bir toplu iğne, yâhut ağzı-dili yok bir pervâne kadar da cehd gösteremiyorsak; insan sûretinde yaratılmanın, ne kıymeti kalır?
Göreyim seni, göster kendini!
Gözlerinden öperim.”