(Bir yola girmişiz ki, çetin mi çetin bir yol… Bu yolu kendi başımıza yürüyelim dersek; yolda kalmak, helâk olmak işten bile değil!
Eskiler, “Evvelâ refîk, sonra tarîk” yâni evvelâ yoldaş, sonra yol derlerdi. Hakk’a giden yolda yürümek için de ezel nasipli sırlı ele sımsıkı yapışmak gerek; o eli tutmuş olmak nasîbinden dolayı başımızı secdeden kaldırmamamız; lâkin kendimizi sorgulamayı da bir an bırakmamamız gerek. Hazret-i Ken’an’ın, o Resûlullah vârisinin gösterdiği yolda yürümek!
Yoksa öyleyim deyip de kendi aklımızın izinde mi yürüyoruz?
Kendileri’nin bir sohbetlerinde: “Pîrim var, şeyhim var diyorsun; senin pîrin, şeyhin değil, kendin varsın” buyuruyorlar. Kendiliğimiz olunca bu yolu adımlamak ne mümkün? Nefsimiz dik ve baş kaldırır durumda olursa o mürşîdin sırrı nasıl zuhûr eder?
Ki secde etmek için ruh gerek, gayret gerek. Bize ne diyorlar; vicdanlılık istiyorlar. Haydi bakalım Kur’an ahlâkını hâl et, güzel ahlâklı ol diyorlar.
Yapabiliyor muyuz?
Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak demek; dosdoğru olmak, yalandan sûret-i kat’iyede kaçınmak, mü’min kardeşini nefsine tercîh etmek, kırmamak, kırılmamak, arabozucu değil ara bulucu olmak, aslâ dedikodu yapmamak, kötü zandan kaçınmak ve bunlar gibi daha pek çoğunu sayabileceğimiz; Rabbimizin bizde görmek istediği ahlâkî vasıfları hâl edinmektir.)
24 Ekim, üstteki satırların sâhibi; “İlhan Anne”nin doğum günüdür. Kendilerini minnet ve şükranla anıyor, mânevî huzurlarında hasret ve hürmetle tâzimde bulunuyoruz. Sâmiha Anne, nasıl bir neslin annesi ise, O da sonraki nesillerin anasıdır. Üstelik “Anne”lik, her ikisine de, onları tanıyıp seven kimselerin gönlünce yakıştırdığı bir sıfattır. Elbette en uygun sıfattır. Kendi hayâtını, bu milletin evlâtları uğruna sebîl eden her varlık mukaddestir ve ona en çok yakışan unvan da “Anne”liktir.
Ceddi, bir taraftan Dağıstanlıydı; Şeyh Şâmil’in hanımı, babaannesinin halasıydı. Anne tarafı ise, Sofya’lı. “93 Harbi” dediğimiz, felâketli günlerde, Bulgar zulmünden her şeylerini bırakarak sâdece canlarını kurtarmayı başaran sayısız Müslüman-Türk gibi, O’nun âilesi de yaşadıkları topraklardan, Türkiye’ye kaçar ve önce Bursa’ya, kısa müddet sonra ise Ödemiş’e yerleşir.
Babası, Millî Mücâdele kahramanlarından Mehmet Murat Bey, Annesi ise Fatma Pâkize Hanım’dır. İlhan Ayverdi, 24 Ekim 1926’da Akhisar’da dünyâya gelir. Kendilerinden başka Ağabeyi Basri, Ablası Samime ve erkek kardeşi Vasfi bey olmak üzere üç kardeşi de aynı yerde doğarlar.
1930 yılında rahatsızlanan babası Murat Bey, 1932’de vefat eder ve o sıralar sekiz yaşında bulunan İlhan Hanım’dan bu haber -bir yıl boyunca gizlenir.
Okul yılları, 1949’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet… Değişik okullarda 12 yıl boyunca yaptığı öğretmenlik.
Nihâyet, hayâtının dönüm noktasını teşkîl eden; İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü’ndeki vazîfesi sırasında, Mehmet Dede (Örtenoğlu) ile tanışması.
Bu tanışma, aslında O’nun yaşayacağı “yepyeni doğuşların” habercisidir. Mehmet Dede, kendisinin “rehberi”dir; hem de ne rehber! Nitekim Cağaloğlu’ndaki Gayret Kitabevi’nden satın aldığı (Yaşayan Ölü) isimli kitapla Sâmiha Ayverdi’yi merak eder ve “Mehmet Amca”sına bu yazarı tanıyıp tanımadığını sorar.
Ayverdi Âilesi’ni yakînen tanıyor olmasına rağmen, Mehmet Dede, üç yıl müddetle bu sırrını açıklamaz ve O’nu âdetâ gergef işler gibi işleyip, belli kıvâma getirdikten sonra 1948 yılında elinden tutar ve Sâmiha Ayverdi ile tanıştırır. Kendisine sorulan ilk sual, “Namaz kılıyor musun?” sorusudur. Buna, “Alaca” sözüyle karşılık verir ve şu kelimeyi işitir:
-“Kıl, kıl!’
Bu tanışmayı, bir başkası tâkîp eder ve oradan Ken’an Rifâî Hazretleri’nin huzûruna çıkış… Bir daha hiç ayrılmamacasına o “Rahmet Kapısı”nda kalış dönemi başlar. Hem ne kalış!
8 Ekim 1959’da Ekrem Hakkı Ayverdi ile evlenir. Ama madalyonun bir de öte tarafı vardır; 1965 yılında, hayâtının akışını değiştiren büyük insan “Mehmet Amca”sı, sırlanır. Bundan üç yıl sonra 3 Ekim 1968’de, küçük kardeşi Vasfi Tolun henüz 38 yaşındayken vefat eder.
1970 yılında kurulan Kubbealtı Vakfı’nın hem isim anneliğini ve hem de başkanlığını yapar. 20 yıl müddetle, Anadolu ve Rumeli’ndeki Osmanlı eserlerini tesbit için Ekrem Hakkı Bey’le -hem de örnek alınacak bir âhenk içinde- birlikte, çalışır. Fakat 24 Nisan 1984 günü, kanadı kırık bir hâldedir: “Dünyâmın direkleri yıkıldı, omuzlarım çatırdadı…”der. Zîra Ekrem Bey, o gün Hakk’a yürümüştür.
Kendi vücûdunun verdiği rahatsızlıklar yâhut ameliyatlar dâhil hiçbir şey, “Mürşit emâneti” olarak kabûl ettiği Kubbealtı Lugatı’yla ilgili çalışmasını engellemez. Ancak 22 Mart 1993 târihinde, hem hocası ve hem de en büyük dayanağı olan “Sâmiha Anne”yi zâhiren kaybetmenin acısını yaşar. 34 yıl süren lugat çalışmaları sırasında geçirdiği beyin ameliyatı ve diğer bedenî ârızalar 2004’de O’nu iyice çökertir.
Uzun müddet hastanede kalır; kemik erimesi sebebiyle büyük acılar çekmesine rağmen, hayâtından şikâyet ettiğine kimse şâhit olmamıştır. “Misalli Büyük Türkçe Sözlük” 2005 yılında yayınlanır. Bu târih, O’nu tanıyan ve sevenler için mîlat gibidir. Çünkü hep ayakta, hep canlı ve hareketli gördüğümüz; kendisine yetişmekte acze düştüğümüz bu mübârek vücûdu, beş yıl boyunca, tâ 6 Kasım 2009 gününe kadar sâdece yatakta görmüşüzdür.
Ne ki, bizler neyi gördük?
Acabâ o yatakta yalnızca bir “lugat müellifi” mi, bir “teyze” mi yâni herhangi bir beden mi gördük? Yoksa O’nun “Velî yüzünü” yâni gerçek yüzünü görebildik mi?
İşte bütün mes’ele!
Sâmiha Anne’nin:
“Ezelden ebede izzetlenmiş…” diye vasıflandırdığı ve 3.03.1989 târihli bir mektubunda:
“İlhancığım! Efendimin sonsuz nîmetleri içinde, gene ondan verilmiş bir ihsân-ı ilâhîsin bu âcize. Başka türlü düşünme!”
Dediği O’nun en büyük eseri, yalnızca Kubbealtı Lugatı değildir; kendisini “örnek” yâhut “kılavuz” kabûl ederek, karınca karârınca rengine boyanmaya çalışan, O’ndaki “Muhammedî ahlâka” âit güzellikleri kendisine hâl edinmeye çalışan bütün sevenleri, İlhan Anne’nin birer eseridir.
Şu kadar ki; bunların her biri yeryüzünde “allâme” olarak tanınsa, O’nunla kıyâs edildiğinde sâdece ve sâdece küçücük birer “pırıltı”dan ibâret kalacaklardır vesselâm.