”Ambarında hırsız bir fâre yoksa
kırk yıllık kulluk buğdayın nerede?”
Hz.MEVLÂNÂ
Doğum gününde, sana bir mektupla seslenmek istiyorum; ama acabâ söze nasıl başlamalı?
“Seni tanımasaydım” diye başlasam; o takdirde –nezâket ve zerâfetinden dolayı- iyi biliyorum ki, şunu yüzüme söylemezdin:
-Sen, beni ne kadar tanıdın; hakkımda ne biliyorsun ki? Tanısaydın severdin; sevseydin anlardın ve yine sevseydin, sen “ben” olur çıkardın.
Biz, seninle sâdece “tanıştık!”
Bu tanışmayla, hiç olmazsa şu gerçeği öğrenmiş olmalıydın:
(Ben ben isem canda değil,
Ben sen isem tende değil,
Sen ben isen ten can olur,
Can ten olur, bende değil!)(1)
Buna îtirâz etmeye, “hayır, öyle değil” demeye cesâretim ve elimde herhangi bir delîlim olmadığından, korkuyor ve vazgeçiyorum.

Peki, şöyle bir giriş yapılsa:
“İyi ki doğmuşsun; ya doğmamış olsaydın, ben ne yapardım?”
Bu, “ilân-ı aşk” gibi görünen cümle de tehlikeli. Zîra bu söze, bir ses, senin nâmına şöyle karşılık veriyor:
-Doğmuş olduğum halde ne yapmışsan, doğmasaydım farklı olacak mıydı? Beni güyâ tanıdın ve güyâ sevdin… Peki, ama bunlar doğruysa hayâtında ne değişti? Dünyâya gelip gelmemem, seni ne diye alâkadar ediyor; bu, senin üzerine vazîfe mi? Doğum nedir, ölüm ne? Beni gerçekten tanısaydın, 24 Ekim 1926 günü doğmadığımı, Ezel Anası’nın beni 1948’de dünyâya getirdiğini iyi bilirdin. Gördün mü? Beni hiç anlamamışsın!
Aklıma bir şarkının ilk mısra’ı geliyor:
“Seni sevmeseydim eğer, aşka inanmazdım!”
-Aşk mı? Sevmek mi? Sen bu mukaddes sözleri ağzına alacak kadar temiz ve dürüst müsün?
Ayrıca, (Derd-i aşkı söyleyen bilmez, bilen söylemez) dendiğini de, hiç duymadın mı?
“Hâtıralarımızı düşündükçe…” diye başlasam?
-…………?!
Olmadı, değil mi? Çünkü şu anda o mânîdar tebessümünü görür gibiyim. Bu gülümsemeyi şöyle yorumluyorum:..
-Seni ilgilendirdiğini söylediğin o hâtıralar, sana göre önemli. Çünkü hemen hepsi, dışımla ilgili şeyler. Bence hâtıra, gönüllerin berâberliğiyle yaşanan şeylere denir. Keşke benim iç dünyama âit fırtınalardan haberdar olabilseydin ve birlikte bu kabil hâtıralarımız bulunsaydı. Ama sen, benim gönlüme değil, cismime baktın. Bunlara hâtıra mı diyorsun? Sence hâlâ ortada iki “ben” söz konusu… Halbuki beni gerçekten tanıyıp, anlayıp sevseydin; böylesine “ikilik”ten bir eser de kalmazdı.
O halde, şunlarla başlamalı söze:
“Eridim…”
“Yandım…”
“Şâhâne müjdelerle geldim…”
“Hastayım…”
“Sarhoşum…”
“Öldüm…”
Bunlara cevap ise, hâtiften(2) şöyle geliyor:
-(Eridim diyorsun, ama su kesilmemişsin.
Yandım diyorsun, ama ne ateşten ne külden bir haber var.
Yaralıyım diyorsun, kan damlaları hani?
Şâhâne müjdelerle geldim, diyorsun, bu ekşi yüzde beşâret ne arar?
Hastayım, diyorsun iniltiden, figandan bir haber yok.
Sarhoşum, diyorsun, ayık bakış, dolaşıksız dil, seni yalanlıyor.
Öldüm diyorsun, âh hani o günler, hani o mevtâ itaati, o ebedî rızâ?)
Anladım, bu yazıyı yazamayacağım. Beni, senden iyi kim bilebilir ki?
Ben, yalancı olduğumu yenice anladım ve “Senden soruluncaya kadar susman, susturuluncaya kadar konuşmandan hayırlıdır” buyuran Hazret-i Ali’nin sözüyle amel edip, susuyorum.
Hani, bir zamanlar Kadı’nın biri Mâlik bin Dinar’a, ‘Ey mürâî!’(ikiyüzlü) diye hitâp etmiş. Mâlik bin Dinar da:
-“Yirmi yıldır kimse beni gerçek adımla çağırmamıştı, kim olduğumu sen iyi bildin” diye cevap vermiş ya…
Benimki, aslında böylesi de değil! “Kulluk buğdayımı” aşıran benlik fârelerinden bîhabermişim meğer.
İyisi mi, sen beni bütün cehlim ve kabahatlerimle birlikte affet! Cehlimi gider, kabahatlerimi hayra ve güzelliğe tebdîl et Rabbim!
(1) İlâhiyât-ı Ken’an
(2) HANCI- Sâmiha Ayverdi