Uluorta söylenen bir sözden gıybet çıkması üzerine Hz. Ken’a Rifâî:
-“Arabaya bindiğim vakitte hayvana kampçı vurulunca nasıl canım acırsa, birisi gıybet olunduğu vakitte de, bana kampçı vuruluyor gibi gelir…Onun için ben sizin aranızda birşey söylemeye korkarım. Biriniz bir şey söylecek bir gıybet çıkacak diye söylemekten çekinirim.”
Hz. Ken’an Rifâî, Sohbetler
…İşte bu huyların aslından mahvolması için, mutlak kâmil mürşidin terbiyesi kırbacına tevdî edilmesi gerekir. Ancak onun terbiyesi kırbacı o kötü huyları kökünden yok edip güzel ahlâkı hal ettiriyor.
Bir de sâbikûn denen zümre vardır ki, onlar ezelde kemâle erip gelmiş olanlardır. Bunların, gıybet gibi, arabozuculuk gibi fena hareketlerden nefretleri tabiî halleridir.
Meselâ sabahları Cemil benim odama gelir, çikolata veririm. Odada bulunmadığım vakit şeker ve çikolatalar meydanda olduğu halde dönüp bakmaz bile. Halbuki başka bir çocuk etrafını tenhâ bulunca fırsattan istifâde ederek o şeker ve çikolatadan yiyebilir. Cemil gibi o
ezelî terbiyeyi alıp da gelen çocuk ender olduğu gibi, tekâmül etmiş olarak dünyâya gelen zümrenin de azınlıkta olduğuna şüphe yoktur.” Hz. Ken’an Rifâî, Sohbetler
Semîha Hanım:
– Efendim, zâtın birine günde kırk kere tecellî olurmuş. Fakat bu zat, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ‘nin huzuruna gidince, ondaki tecellîye tahammül edemeyerek düşmüş ölmüş.
Bu hâlin hikmeti Hazret-i Pîr’den sorulduğu zaman: O zâta olan tecellî, esma ve sıfat tecellîsi idi. Bu ise zât tecellisidir. Onun için zât sıfatı yaktı, buyurmuş.
Hazret-i Musa’ya da ağaçtan tecellî eden sıfat nuru değil mi idi?
– “Elbet… Mûsâ ağaçta ateşi gördü ve bir ses: Ben senin Rabbinim! dedi. Allah ateş midir? Mûsâ, sıfat nurunu gördü, zâtı göremedi. Nasıl ki sonradan: Yâ Rabbî bana kendini göster! diye münâcatta bulundu.
O zaman Cenâb-ı Hak: Len terânî! Beni göremezsin… Tûr’a bak, tecellî ânında o yerinde kalabilirse, sen de beni görürsün, dedi ve Hak tecellî edince Tur Dağı parça parça oldu. Harre Mûsâ saika (A’râf sûresi, 143. âyet.) Mûsâ düştü, bayıldı.
İşte Hazret-i Mûsâ o tecellîyi dağda bile görmeye tahammül edemedi. Buradaki nükteye dikkat edin: Bana kendini göster! demek ikiliktir yâni talip ve matlûbu ayrı ayrı görmektir. Şu halde, sen kendinle oldukça beni görebilmen nasıl mümkün olur? Bu vücut gözüyle Hak görülebilir mi?
O ancak kendi nuruyla görülür. Onu gören yine kendidir. Nasıl ki Hazret-i Mevlânâ: Ben sana Yâ Rab! diye hitap ediyorum. Halbuki hitap, uzakta olan içindir. Sen ise bana şah damarımdan daha yakınsın, kendimdesin! buyuruyor.
Hazret-i Mûsâ, Hak huzuruna varmak için otuz gün riyâzat ve mücâhede ile meşgul oldu. On günde esma, on günde sıfat ve on günde de ef ‘âlini mahvetti. Fakat Tûr’a, Hak’la konuşmaya gideceği vakit ağzının kokmaması için dişlerini misvakla oğdu. O vakit Cenâb-ı Hak:
Ağzındaki açlıktan doğan o koku, bana miskten daha güzeldir, buyurdu ve Musa’ya, zâtını ifna edememiş olduğu için, daha on gün mücâhede verildi.
İşte, günde kırk kere tecellîye mazhar olan kimsenin de, esma ve sıfat mertebesinde olduğu için zât tecellisine dayanamayacağı tabiîdir.
Sen kendini Hakk’ın varlığında fânî etmedikçe, ben ve sen ayrı oldukça Hakk’ı nasıl görürsün? Hiç iğne deliğinden ucu çatallı iplik geçer mi?
Hz. Ken’an Rifâî, Sohbetler