Şu anlatacaklarımı kabullenen de olacaktır; haklı olarak reddeden, inanmayan da!
İnanmayan inanmasın. Güneş, kendisini inkâr edenler bulunsa da her sabah dâimâ gülümsüyor ve ısıtıp aydınlatmasını kimseden sakınmıyor. Gerçek ve gerçeğe dâir yazılıp söylenenler de aynen böyle!
İşte anlatacaklarım:
Bugün yatağımdan yorgun bir ihtiyar olarak kalktım. Ama bu, geçirdiğim uzun yılların bedenime giydirdiği o hantal zırh değildi.
“His ve düşünce bakımından” ifâdesiyle özetleyebileceğim bir çâresizlikti bu.
Kendimi bir hayli zorlayarak kalktığım yatağımdan aynanın karşısına varınca üstte sözünü ettiğim çâresizliği daha fazla hissettim. Çünkü, gözlerim kızarmış.. sakallarım düzensiz uzamış ve beyazlar siyahları tamâmen istilâ etmişti
Ben, bu harâbiyete sâhip biri olarak aynadaki ben ile biraz konuştum.
Aynadaki bene, şimdiye kadar kimleri ne kadar sevdiğimi sıraladım.
“Nefret ediyorum” diyebileceğim hiç kimsenin bulunmayışını hatırlayıp; buna şükrettim. Fakat, bu bile beni rahatlatmıyordu ve iç huzûrumu hiçbir şey geri getireceğe benzemiyordu.
Sevdiklerim…
Sevdiklerim ne de çoktu. Onları ister istemez derecelendiriyor ve belki de haksızlık yapıyordum böylece..
Fakat, buna mecbur değil miydim?
Zirâ, hiç kimseyi pazarlık yaparak sevmemiştim; düşünüp taşınarak özel gayretler sonucu bir Allah’ın kulu ile aramızda sevgi bağı kurulmaz. Bu yüzden, sevdiklerimi sıralamaya tâbî tutuyor olmanın rahatsızlığı boşunaydı.
Neyse..
Uyandığım anda fark ettiğim perişanlığımın, yatmadan önce de üzerimde olduğunu hatırladım. Belki az uyuduğum için şu kötü hâlim artmıştır diyerek aynadaki ikizimi kandırmaya çalıştım.
Ancak, gerçeğin böyle olmadığına dâir yemin bile edebilirim.
Evet ihtiyarım, kocamış görünüyorum.
Fakat şimdiye kadar bedenen eskimiş olmanın endişesini hiç taşımadığım için; şu anda da bundan zerre kadar üzgün ve korkak değildim. Böyle bir duygum, düşüncem bile yoktu. Derken…
Kitaplıktan bir kitap gözüme ilişiverdi. Onu, her nasılsa okumadığımı düşündüm. Hayır, okumuştum.
Yoksa, okumuş da unutmuş muydum?
Ama, unutmuşsam o kitabı okumuş sayılmam ki!
Biz insanlar, okumamız gereken kendi vücûdumuz kitabına da aynı gafletle bakmıyor muyuz?
Kâğıttan ve mürekkepten ibâret şu kitaba biçtiğim sevginin değerine bakın! Bir de onu anlamama yol açacak; hayâtın bütün esrârını bana öğretecek olan insan denilen kitaba biçtiğim değere bakın!
Her şey bu derece basit miydi?
“Yazık benim bunca geçen ömrüme!” diye hayıflandım. İşte asıl şimdi fenâ olmuştum.”İnşaallah hiç değilse bir defâ okumuşumdur” ümîdiyle söz konusu kitabı elime aldım. Rastgele açtığım sayfayı okumaya başladım:
“….Baba, eğer cihan, aşk zevkini bilse,elindeki körlük asâsını atarak,gittiği istikametten geri döner ve ona doğru şedîd, önüne geçilmez bir tuğyanla koşardı.
O muazzam kuvveti tanımayan her zavallının bilgisi, ilmi, kör elindeki asâ gibidir.
İstersen baba,buna aşk demiyelim de hakîkat diyelim. Zira aşk, zâten hakîkat demektir; hakîkattir. Bu iki kelime, iki ayrı vücuda ayni ruh gibidir.
Hakîkat kime delîl olmuşsa, o,hayat selinin şuursuz ceryanında sürüklenmekten kurtulmuştur. İşte Nesimî’ler, Hallâc-ı Mansur’lar, Yûnus Emre’ler, Buda’lar, Marc Aurele’ler; Eflâtun’lar…
(…..)Baba, sakın aşk diyip de dudak bükme.. onu inkâr, kendini, mükevvenâtı inkâr demektir.
Her şey onun içindir. O, her şeyin başı ve sonudur. Sen hiç aşk mektubu yazdın mı baba? Ben yazmadım. Fakat herhâlde aşk mektuplarının müsveddesi yoktur. Zîra onların yazılıp bozulmaya tahammülü olamaz ki…
Sel, geçeceği dağdan izin alır “geçeyim mi, geçmiyeyim mi?” diye düşünür ve sorar mı?
Sâdece coşar, akar gideceği yere ulaşır.
Aşk sözleri de, düşünce dağından izin almadan, yürekten fışkırır ve tıpkı sel gibi, geçtiği yerleri oyarak, temizliyerek akıp gider.
(…..) Babam, benim tertemiz babam! Dünyâda her şey yanar. Taş bile yanar. Fakat bir taşın yanma kabiliyeti ile odunun, çıranın, kavın, alkolün ihtirak kabiliyetleri bir midir?
Evvelkileri yakmak için bir emek sarfetmek gerektir.
Halbuki alkolü daha ateşin yanına sokarken, hattâ güneşin fazla sıcaklığından bile parlar.
Bu, eşyâda tabiî görünüyor da niçin insanda hayret uyandırıyor?”(1)
Evet.. kitabı kapatıp kendime gelmeye çalıştım. Biraz önceki perişan duygulardan eser kalmamış; okuduğum bu bölüm beni iyice silkeleyip bırakmıştı.
Demek ki bu eseri daha önce okumamıştım.
Eğer okusaydım anlardım ve şu anda beni böylesine çarpamazdı. Biz insanlar, sıklıkla duyduğumuz bâzı sözleri anladığımızı zannetmek gafletine düşeriz. Hâlbuki anlamış olmak, o sözün insan kalbine ok gibi saplanması demek!
Bunun yaşanması için de, insanın, ateşe yaklaşan alkol kıvâmında bulunması gerekir.
Hangi söz, hangi duygu, hangi güzellik
Taş gibi kaskatı ve yanmaya direnen bir yapıya sâhipsek; hangi söz, hangi duygu, hangi güzellik bize tahammül gösterir?
Sevdiklerimi sıraya soktuğum için üzülen ve onlara haksızlık yaptığımı düşünen ben; demek ki haklıyım.
Demek ki, onları derecelendirmem normal!
Mıknatıs, tahtayı kendine çekiyor mu sanki?
(1) Batmayan Gün – Sâmiha AYVERDİ