Perşembe, Haziran 26, 2025
Ana SayfaDinEhl-i BeytMuharrem ve Kerbelâ-Prof.Dr. Mustafa KARA

Muharrem ve Kerbelâ-Prof.Dr. Mustafa KARA

Üzerinde yaşadığımız bu dünyanın değişen ve değişmeyen kanunları vardır. Süreleri farklı da olsa her kıtanın soğuğu ve sıcağı vardır. Müddetleri değişse de her iklimin gecesi ve gündüzü vardır. Bu dünya üzerinde yaşayan milyonlarca canlının en mükemmeli kabul edilen insanın da farklı olan ve olmayan özellikleri vardır. Menüleri çok çeşitli de olsa yemek ve içmek olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Renkleri farklı da olsa doğmak ve ölmek hiç değişmeyen bir ilkedir. Doğan her insan insanları sevindirmiş, ölen her ademoğlu da üzmüştür. Doğumun şarkıları bir başka coşkun ve şen-şakrak, ölümün mersiyeleri bir başka suskun ve tepe-taklak… Ölenin ardından iyiliklerini sayıp dökmek anlamına gelen mersiye, insanoğlu kültürünün en yaşlı unsurlarından biri olsa gerektir. Hatta ilk mersiyenin Hz. Adem ve Havva tarafından terennüm edildiği söylenebilir. Ademoğlu sadece sevdiği insanlara değil bazen evinde beslediği kedi-köpeğe, bazen düşmanlarına kaptırdığı şehir ve kasabasına da mersiye yazmıştır. Konunun diğer kültür ve coğrafyalardaki manzaralarını bir tarafa koyarak İslam kültür tarihine bakıldığında birçok şahsiyet için mersiye yazıldığı görülür. Söz konusu şahsiyetlerin bir kısmı âlim ve âriflerdir, bir bölümü üst düzey yönetici ve onların yakınlarıdır. Fakat bunların hiç biri Hz. Hüseyin’in şehadeti üzerine yazılan mersiyelerin adedine yaklaşamamıştır. Hz. Peygamber’in vefatından 24 sene sonra Hz. Ali ile Hz. Ayşe arasında cereyan eden Cemel Vakası ve bir sene sonra Hz. Ali ile Muaviye arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı, müslümanlar arasında derin görüş ayrılıklarına sebep olmuştur. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: 1. Hz. Ali haklıdır, Hz. Ayşe ve Muaviye haksızdır. 2. İkisi de haklıdır, içtihat farklılığı vardır. 3. Taraflar komplo neticesinde birbirleriyle savaşmışlardır, tekfir edilmeleri yanlıştır. 4. Birinci ve ikinci grup arasındaki “makas” açıla dursun bir grup Müslüman da sessiz kalmayı tercih etmiş, Ashab’a saygıda kusur ederiz düşüncesiyle “kılıçlarımızın karışmadığı olaylara dilimizi de karıştırmayalım” şeklinde düşünmüştür. (Konunun detayları DİA’nın ilgili maddelerinde vardır: Cemel, Sıffîn, Havaric, Kerbelâ, Hüseyin, Nâsıbe…)

Sıffîn’den 23 sene sonra 680’de Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi ise bu ayrılık ateşini daha da alevlendirmiş, nefret duygularını derinleştirmiş, Şiî- Sünnî farklılığının merkezine oturmuştur. Vefat eden/şehit olan insanların toplum içindeki yeri ve hizmetlerine göre anma merasimleri şekil almış, bazen günlerce yas tutulmuş, vefatın sene-i devriyeleri vesile edilerek hüzün geri gelmiş bazen de yüzyıllar boyu yaşatılarak adeta “unutma, unutturma” uyarısının gereği yapılmıştır. İslam dünyasında bu son maddenin tek örneği vardır: Hz. Hüseyin. İslam coğrafyasında her zaman anılan, kabirleri her zaman ziyaret edilen büyük şahsiyetler, âlimler, ârifler, yöneticiler vardır. Fakat Hz. Hüseyin kadar bütün İslam ülkelerinde özellikle Muharrem ayında ve bu ayın 10. gününde derin bir hüzünle anılan başka bir şahsiyet yoktur. Bunun sebeplerinden iki tanesi çok önemlidir: 1 – H z. Peygamber’in torunu oluşu, 2 – Yakınlarıyla beraber gaddarca şehit edilmesi.

Bugünkü Irak’ta bulunan Kerbelâ şehrinde yaşanan o acı olay o gün bugün ‘Müslümanım’ diyen herkesi üzmüş, özellikle Şiîler bu olayın etrafında kenetlenmiş ve on beş asırdan beri 10 Muharrem’de sadece yas tutmamış kendini zincirlerle kan-revan içinde bırakmış, Hz. Hüseyin’in duyduğu ızdırabı her yıl yeniden yaşamak istemiş, ona bu muameleyi reva görenleri nefretle ve şiddetle lanetlemiştir. Kerbelâ olayının cereyan ettiği günlerde yönetimin başında Muaviye’nin oğlu Yezid bulunduğu için İslam âlimlerinin gündemine o yıllarda bir soru daha ilave edilmiştir: Yezid’e lanet okumak caiz midir değil midir?

Şiî dünyasının bu soruya vereceği cevap bellidir. Sünnî ulema ise farklı görüşler ileri sürmüştür. Ali b. Osman Uşî (öl. 1179) meşhur Emalî şerhinde caiz değildir derken, meşhur kelamcı Taftazanî (öl. 1390) “bal gibi caizdir” demiştir. Gazalî’nin (öl. 1111) ılımlı görüşü şöyledir: Bir kişi Yezid’e lanet okumakla sevap kazanamaz. Şeytana bile lanet okumaktansa zikir, istiğfar, Kur’an tilaveti gibi ibadetlerle meşgul olmak daha iyidir. İbnü’l-Cevzî (öl. 1200) ise lanet okunabilir görüşünü savunan bir risale kaleme almıştır. Şiî-Sünnî yönetimler arasında siyasî rekabet ve savaşlar gündeme geldikçe bu konu da alevlenmiş Şiîler anma merasimlerinin tel‘în atmosferini güçlendirirken, Sünnîler “bu yarayı her gün her gün kaşımayalım” tezini savunur hale gelmişlerdir. Bir taraf “her yer Kerbelâ her gün Aşura” derken diğer taraf adeta “tatlı yiyelim tatlı konuşalım” tezini savunmaya başlamıştır. “Bu iki aşırı ucun ortasını bulan olmadı mı?” diye bir soru sorulursa, bize göre oldu ve bu zümrenin adı dervişler, sufîlerdir. Sünnî muhitte yaygın olan tarikatlarda özellikle Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren tekkelerde 10 Muharrem törenleri zamanla temel ritüellerden biri haline gelmiştir. Bu hassasiyet her tarikatta eşit seviyede görünmüyorsa da Ehl-i Beyt ve on iki imam mahabbetinin öne çıktığı, Muharrem ilahileriyle ve Kerbelâ sohbetleriyle farklı bir atmosfer yakalanmıştır. Bazen ‘Alevî neşve bazen teşeyyu’ adını alan bu anlayış, tasavvuf edebiyatının da ana renklerinden birini oluşturmuştur. Bu “orta yol” vurdum-duymaz bir tavrı reddettiği gibi birilerine karşı kindarâne bir tavır takınmayı da asgariye indirmiştir. Çünkü tarihî bir olayı gerçeğe en yakın bir şekilde öğrenelim derken gönlümüzü kin bulutlarıyla karartmanın gereği yoktur. Vazifemiz birilerine küfretmek değil benzer hataları yapmamaktır. Yezid’e lanet okurken şeytanın tuzağına düşmemektir. Şeyh Kenan Rifaî’nin cümlesi bu son görüşü özetliyor: “Nefsin Yezidi senin içinde olduğu halde bundan bin üç yüz şu kadar sene evvel gelen Yezid’e lanet ne kadar abestir! Onun için ya hayır söylemeli ya susmalı.”

Türk edebiyatında mersiyenin ikiz kardeşi olan bir kelime daha vardır: Maktel. Kastamonulu Yusuf-i Meddah’ın 1362’de kaleme aldığı 3313 beyitlik Destân-ı Maktel-i Hüseyin bu türün en eski örneklerinden biridir. Maktel yazanlardan biri de Bursalı Lamii Çelebi’dir (öl. 1532). Osmanlı toplum ve zihniyetini besleyen Türkçe kitapların başında yer alan Bayramî dervişi Yazıcızâde’nin (öl. 1451) Muhammediye adlı eserinde konu ile ilgili 54 beyitlik manzume vardır. İki beyti şöyle: Yezid’e lanet olmazdı zaman-ı evvel içinde Veli sonra gelen etti, ederiz etme istib’âd Resulullah’ın ol zira ihanet eyledi ehlin Pes oldu lanete layık çu Hak’dan eyledi ilhad (Yazıcızâde Mehmed Efendi, Muhammediye, nşr. Amil Çelebioğlu, Ankara, 1987.) Muhammediye’yi Ferahu’r-Ruh adıyla şerh eden Celvetî İsmail Hakkı Bursevî (öl. 1725) farklı görüşleri belirttikten sonra Yazıcızâde’nin tavrını benimsemiş “ulemayı küçük görmek ve onlarla alay etmek küfür olunca, her bakımdan gözetilmesi gereken Resulullah’ın hanedanını küçük görmek nasıl küfür olmaz? Böyle kafir nasıl lanetlenmez? Allah ona ve yardımcılarına lanet etsin” (İsmail Hakkı Bursevî, Ferahu’r-ruh, Bulak, 1252, s. 245-247. Eser yeni harflere de aktarılmıştır. Mustafa Utku, Bursa 2006, c. I-X.) (VI, 236) demiştir. Ashab ve Rafizî kelimesiyle andığı Şia ile ilgili düşüncelerini şöyle açıyor: “Ehl-i sünnet Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve âl-i Resul’ü mutlaka severler. Allah ve Resul’ü de onları sever. Hasedciler-Hariciler ve Nevasıb vs. onu sevmezler. Âl-i Resul’e buğz edenler Allah ve Resul’ü katında buğz edilenlerden olurlar. Amma Rafızîlerin mahabbeti makbul değildir. İfrattır, Şeyheyn’e (Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer) buğz etmeleri Hz. Ali ve evladına buğz etmeleri hükmündedir. Zira bunlar bir zincirin halkaları gibidir.” Mümini kafir eyler işbu velâ/ Vardır işbu velâda nice bela/

Mümin oldur ki cümle Ashab’ı Seve fark etmeye ferdi asla (İsmail Hakkı Bursevî, age, s. 243.) Zeynî Şeyh Vefa’nın müridi Sinan Paşa (öl. 1486) Tazarruname isimli muhteşem eserinde Hz. Hüseyin’e tahsis ettiği bölümde isim vermeden düşüncelerini ifade etmiştir: “Zamanında hilafet onun idi, hatta muhalefet edenin idi. İmarete o mustehik idi, o davide muhik idi… Katilleri tâğî idi. Âsî olan bâğî idi.” (Sinan Paşa, Tazarruname, nşr. Mertol Tulum, Ankara, 2001, s. 247.) Kerbelâ olayını anlatan tarih kitapları bir tarafa konuyu manzum-mensur olarak ele alan pek çok eser kaleme alınmıştır. Bunların en meşhurlarından biri Hüseyin Vaiz-i Kaşifî’nin (öl. 1505) Ravzatu’şşüheda adlı Farsça eseridir. Molla Cami’nin müridi ve bir Nakşibendî dervişi olmasına rağmen eserindeki Ehl-i Beyt mahabbetini çok güzel bir şekilde vurgulaması sebebiyle Şiîlerce benimsenen eser yüzyıllarca ilgili törenlerde okunagelmiş, okuyanlara da Ravzahan adı verilmiştir. Eseri Aşık Çelebi (öl. 1572) Terceme-i Ravzatu’şşüheda adıyla Türkçeye tercüme etmiştir. (Kenan Özçelik bu eser üzerine doktora tezi hazırlamaktadır.) On bölümden meydana gelen eserin ilaveli bir Türkçe tercümesini de Kerbelâlı şair Fuzulî (öl. 1556) Hadikatü’s-sueda ( Nşr. Şeyma Güngör, Ankara, 1987.) adıyla kaleme almıştır. Osmanlı topraklarında yaygınlık kazanan bu eseri Muharrem’de okuyanlara Hadikahan denmiştir. Fuzulî’ye göre Kerbelâ’yı dolayısıyla âl-i abâyı anmak şerefli bir davranıştır, günahların affına sebep olur:

Tekrar-ı zikr-i vâkıa-yı deşt-i Kerbelâ Makbul-i hâs u âm u sıgar u kibardır /Takrir edenlere sebeb-i izz u i htişam/Tahrir edenlere şeref-i rûzigârdır *** Yâd et Fuzulî âl-i abâ hâlin eyle âh/ Kim berk-i âh ile yakılır hırmen-i günâh/ İnlemek âl-i nebî vü müslümana şüphesiz/ Bende-i âl-i abâya mûcib-i gufran olur. Kerbelâ için mersiye okuyanlara mersiyehân, nevheger, ravzahan gibi isimler verilirken zamanla bu merasimler için özel mekanlar yapılmıştır. Hindistan bölgesinde İmambâra adını alan bu mekanlar mâtemgâh, mâtemhane, mâtemgede, beytu’l-hazen olarak da isimlendirilmiştir. Bu mekânların meşhur isimlerden biri de Hüseyniyye’dir. Kerbelâ sebebiyle gündeme gelen zulüm, baskı ve işkence yüzyıllar boyu Şiî toplumun düşmanlarını da içine alacak şekilde işlenmiştir. Safevîler döneminde bu oklar Osmanlılara çevrilirken, Şahlık döneminde de söz konusu aileye çevrilmiştir. Bunun için “hükümet aleyhindeki gösterilere zemin hazırlıyor” gerekçesiyle 1928’de İran’da söz konusu törenler kısıtlanmış 1935’te yasaklanmıştır.

Son Yüzyıl
Bektaşî Sâmih Rifat mersiyelerini Nefâisu’l-enfas adlı risalede 1904’te bir araya getirmiştir. Bedevî ve Celvetî dervişi olan Kazım Paşa’nın aynı konu ile ilgili manzumeleri Makalid-i Aşk adıyla 1884’te Kadirî-Üveysî meşrepli Osman Şems Efendi’nin Mersiye-yi Cenab-ı Seyyidü’s-şüheda’sı ise 1327’de İstanbul’da basılmıştır. Şems Efendi’nin “bugün mâh-ı Muharrem vakt-i mâtemdir safa olmaz” mısraı ile başlayan ve elli bendden oluşan muhammes mersiye, Rifaî şeyhi Hayrullah Taceddin Efendi (öl. 1954) tarafından 1909’da yayınlanmıştır (Nşr. Selami Şimşek, İstanbul, 2012). Osmanlı döneminde gerek padişahlar gerekse Şehzâde Cem, Şehzâde Mustafa başta olmak üzere birçok şahsiyet için mersiyeler yazılmıştır. Fakat mersiyenin konusu kim olursa olsun Muharrem, Kerbelâ, Yezid kelimeleri mutlaka gündemdedir. İşte XIX. Yüzyılın başında III. Sultan Selim ile ilgili mersiyede 21 defa tekrar edilen beyit: Kerbelâ’ya döndürüp İstanbul’u hasım-ı pelid Han Selim’i bir alay kavm-i Yezid etti şehid Mersiye Hz. Adem ile başladığına göre son insana kadar devam edecek demektir. Toplumların, devletlerin dolayısıyla sanatkârların konuya olan alakasına göre mersiye yazanların adedi değişmektedir. Osmanlı coğrafyasında daha çok tekkelerle iç içe olan bu geleneğin 1925’ten sonra zayıfladığını söylemek yanlış olmaz. (Kerbelâ olayı ve mersiyeleri hakkında geniş bilgi için bk. Mehmet Arslan-Mehtap Erdoğan, Kerbelâ Mersiyeleri, Ankara, 2009. Çeşitli Yönleriyle Kerbelâ, nşr. Alim Yıldız, Sivas, 2010, 3 cilt.)

Osmanlı ve Cumhuriyet dönemini idrak eden ve her iki dönemde de mersiye yazan dervişlerden birisi de Bursa Mısrî dergâhı şeyhi Mehmed Şemseddin (Ulusoy) Efendi’dir (öl. 1936). Bu mersiyelerden bir tanesi aktarıyoruz:

MERSÎYE-İ SULTÂN-I ŞÜHEDÂ

Hak tealâ hubbunuzu etti fermân yâ Hüseyn

Hakkınızda nâzil oldu nass-ı Kur’ân yâ Hüseyn

Eylemek Âl-i abâya arz-ı ihlâs farz iken

Ettiler isyân u tuğyân âl-i Sufyân yâ Hüseyn

Eyleyen Fahr-i cihâna zerre-veş zulm ü ezâ

La’nete mazhar olur buyurdu Yezdân yâ Hüseyn

Kim ezâ etse size ayn-i ezâdır ceddine

Ol münâfıkta bulunmaz zerre îmân yâ Hüseyn

Zâtını evlâdını âh ettiler susuz şehîd

Böyle zulmü görmedi çeşm-i cihânyân yâ Hüseyn

Öyle akdessin ki ceddin arşı etti câygâh

Hûn-i pâkin Kerbelâda aktığı ân yâ Hüseyn

Fikr edenler hâlini kerb ü belâda yâ İmam

Akl ü f ikri târumâr olur perîşân yâ Hüseyn

Olmamıştır halk olalıdan beri bu kâ’inât

Benzemez bu fâciâya başka bir kan yâ Hüseyn

“Men tebâkî” mûcibince ağlayan mağfû olur

Âlemîne rahmet etti seni Sübhân yâ Hüseyn

Mültecâ-yı halk-ı âlemdir sizin dergâhınız

Gayri bâba ilticâ etmez Müsülmân yâ Hüseyn

Sun bize mahşerde Kevser yâ imâme’lmüslimîn

Koyma bî-kes sâyene al eyle ihsân yâ Hüseyn

Şemsi-i Mısrî ezelden sizlere düştü dahîl

Hamse-i âl-i abâdır cânıma cân yâ Hüseyn

12 Muharrem 1343

———————-

Kasım 2014,Basın/Makaleler

Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!