“Meclislerinizde iyi insanları anın; çünkü onlar zikredilince rahmet yağar.”
Hadis
(Şahâbeddin Sühreverdî, Bağdat’dan Konya’ya geldiği günlerde Seyyid Burhâneddîn’i ziyâret etmek istedi. Huzûruna girdiğinde, Seyyid toprağa oturmuş durumdaydı ve hiç kımıldamadan duruyordu. Sühreverdî, bunu görünce uzaktan niyâz edip oturdu. Aralarında hiçbir söz geçmedi fakat Şeyh Sühreverdi ağlayarak kalkıp gitti.
Müritleri, Seyyid Burhâneddin’e:
–Sizin aranızda hiçbir soru-cevap olmadı; hiçbir kelime de geçmedi, ama bu yaşananların sebebi neydi?”
Diye sordular.
Şeyh, şöyle cevap verdi:
–“Hâl ehli yanında (Kaal) değil,(Hâl Dili ) lâzımdır.”
Hakîkati görenin huzûrunda susmak sana faydalıdır. Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm’de “Susunuz” hitâbı vârit oldu.
*
“O halde git, itaat etmek üzere bir şeyhin, bir üstâdın emri gölgesinde sus. Zîra o “hâl” olmadan, yalnız “kaal” ile gönlün müşkülleri çözülmez.”/Mesnevî/(Celâleddin B.ÇELEBİ—Mevlânâ Okyanusundan, s.81)
Burada çok basit bir örnek hatıra geliyor: eğer ülkemiz insanları bugünkü hâllerinde iken bile… Yâni toplumda taassup hükümrânlığını yürütür hâldeyken bile evliyâların kerâmetleri ve kıssaları, şiirleri ve menkîbeleri hâlâ daha dilden dile ağızdan ağıza söylenip duruyorsa, demek ki; onlar yâni tasavvuf mektebinin yetiştirip toplum hizmetine sunduğu o bilge kişiler, asırlar öncesinden bugünkü hayâtımızı şekillendirmeye devâm etmektedirler. Demek ki hâlâ daha hükümleri yürümektedir. Şunu da vurgulamak gerekmektedir ki; Müslüman-Türk’ün îman ve kültür hayâtında sayısız denecek çapta kerâmet tesbîti mümkündür ve bunlar bizim zenginliklerimiz cümlesindendir. Çok kimsenin gülüp geçtiği ve değersiz bulduğu bu “akıl ötesi” kerâmet ve menkîbeler, en başta üzerinde durduğumuz “gerçek insan”ların, bilge veyâ olgun insanların bakış açısını hayat tarzı hâline getirmiş olmalarından başkası değildir. Onları bizden üstün kılan; onları bize ve gelecek nesillere önder ve örnek yapan özellik, ahlâkî güzellikleridir. Kerâmet ve menkîbelerindeki asıl mesaj ise, hepsinde sâdece şudur:
“Ey Âdemoğlu! Çamurdan yaratıldın ama, senden çamur olarak kalman istenmedi. Bunu başarmanın yegâne yolu da ahlâkını güzelleştirmendir. Bunu ise aşksız yapamazsın. Gel, şu mesleği öğren… Hattâ aşkın kendisi ol!”
’Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed’siz muhabbet ne hâsıl”
–Yûnus—
Bir yanda böyle “aşkın kendisi” olmaya heveslenen; bunun için de kendisini arıtmaya gayretli, ömrünü derviş olmaya yâni “çamurdan yaratılıp, çamur olarak kalmamaya” adayan insan namzetleri… Öte yanda ise kaba saba bir hayat süren, kendini arıtmakla herhangi ilgisi bulunmayan; şekil olarak insana benzese de gerçekte insanlıkla pek alâkası olmayan, hele hele dünkü örnek insanlarımızla taban tabana zıt tipler!
Acabâ bu memleketin geleceği bakımından bir tercih yapmaya kalksanız, bu iki insan modelinden hangisini yetiştirmek isterdiniz?
Yâhut -her ikisine de hayat hakkı tanımıyorum diyorsanız- bize teklif edeceğiniz bir “model insan” için metodunuz, onları yetiştirmek için plân ve programınız var mıdır; şimdiye kadar herhangi bir yerde bu plân ve programınızın denenmişliği var mıdır, kaç kişiyi insanlık hizmetine sunabildiniz?)