Pazartesi, Haziran 30, 2025
Ana SayfaAbide ŞahsiyetlerSâmiha AyverdiV. Sultan Reşad - Sâmiha AYVERDİ

V. Sultan Reşad – Sâmiha AYVERDİ

Bunca dâhî ve kudretli Osmanlı pâdişahları arasından, neden seçip seçip de bir çocuk saffetine sâhip yaşlı ve hâkâni salâhiyetleri dahi gasbedilmiş bir hükümdardan söz etmeye kalkmış bulunuyorum? Belki de sebep şu olmalı: İnsan oğlu, duyduklarından, okuduklarından ziyâde gördüklerine karşı yakınlık hisseder.

Onun için tasavvufta da ilme’l-yakînden ziyâde Hakke’l-yakîn makbuldür.

Zafer kazandığı muhârebe meydanında şehit edilen Murad Hüdâvendigâr, tahtta, taçta gözü bulunmayan kahraman, celâdetli olduğu kadar ferâgatli de olan II. Sultan Murad, çağlar açıp çağlar kapayan mütefekkir hakîm ve şâir Fatih Sultan Mehmet; şecî cengâver, âlim, şâir Müslüman-Türk hamurunun yoğurucusu Yavuz Sultan Selim gibi Türk târihinin göz kamaştıran hükümdarlarını atlayıp, yavaş, sâkin fakat o ölçüde de hamiyetli ve îmanlı bir yaşlı pâdişah neden yazımıza başlık oldu?

Oldu. Çünkü bu beyaz sakallı, mâvi gözlü, tatlı ve sevimli hükümdârın saltanatı devrinde yaşadım ve onu ilk defa “Kılıç Alayı Merâsimi”ne giderken gördüm.

Üç buçuk yaşında idim. Pâdişahların “Kılıç Kuşanma Alayı” Eyüp Sultan’da Konya Çelebisi tarafından icrâ edilmesi an’ane olduğu için, Şehzâdebaşı’ndan geçecek olan alayın güzergâhında bulunan Direkler Arası’ndaki dükkânlardan tâkip etmek mümkündü.

Henüz Osman Baba Türbesi ve Kuyucu Murad Paşa Medresesi arasındaki dükkânların önlerindeki saçakları tutan kalın yuvarlak sütunlar, tahrîbâtın bir yemlik olduğunu zanneden züppe şehirciler tarafından kaldırılmamış olduğundan caddenin bu kısmına Direkler Arası denirdi.

Alayı yakından tâkip edebilmemiz için bir akrabâmızın arkadaşı olan Hüdâî-Sezâî Birâderler firmasına âit kırtâsiye mağazasına dâvet edilmiştik….

Dükkânların tavanları yüksek olduğundan sokağa bakan kısma ilâve edilmiş bir yarım kat bulunuyordu ki, buraya asma merdivenle çıkılırdı. Küçük ve zayıf bir çocuk olduğum için minderlerle döşenmiş olan bu yarım kata rahatça çıkıp yerleştim.

Tam Hüdâî ve Sezâî kardeşlerin çıkacağı sırada telâşlanan anneleri, Hüdâî, oğlum düşeceksin, Sezâî, oğlum düşeceksin (1) diye dikkat etmelerini tavsiye etmekte idi. Gerçi delikanlılar da merdivenden düşmeden bir nefeste çıktılar. Fakat kısa bir zaman sonra patlayan Balkan Harbi’nde her ikisi de şehit düştü.


Ortaasya’dan akarak Anadolu’da bir Akdeniz medeniyeti kuran Türkler, yarımadada kalamazlardı. Îlâyı kelimetullah gibi bir kızılelmayı gâye ve hedef kabul etmiş bu Türk-İslâm terkîbinin fırlattığı ok, zamanla Avrupa içlerine kadar varacaktı.

Amma, daha evvel cenûba ve şarka doğru ilerlerken Îran ve Arap medeniyetleri ile temasa geçtiklerinden, intibak kâbiliyetlerinin yumuşaklığı yüzünden Arap ve Fars kültürüne de haklı olarak meylettiler. Zîra, ümmet zihniyetinin hâkim olduğu bu çağlarda, henüz dünya, bir millî şuur cereyânı tanımıyordu.

Öyle ki, batıda tâ XVII. asra kadar bu kültür an’anesi devam etmiş, fikir dilinde İncil’e bağlı olarak Lâtince ve edebiyat dilinde de Yunanca, teamül gereğince kullanılmıştır.

İslâm medeniyeti halkasındaki Türkler de aynı geleneğin tabiî ibrâmiyle ilmî eserlerini Arapça ve Farsça yazmışlardır. Îran’ı hâkimiyetleri altına alan Büyük Selçuklu Devleti, tam mânâsiyle Fârisi dilinin, muhteşem saray hayâtı ve teşkilâtının tesirinde kalmışsa da Anadolu Selçukluları, dilde Farsça’ya sâdık kalmalarına rağmen, Türk an’ane ve âdetlerine daha yatkınlık göstermişlerdir.

Hele hâkimiyet sırası Osmanlılar’a geldiğinde, Türk dilini, nefesleri, ilâhîleri, kâsideleri, naatleri ile terennüm edip halk arasına en geniş ölçüde yayan tasavvuf edebiyâtı olmasaydı, Türk dilinin değil işlenmesine, yaşanmasına dahi imkân kalmazdı.

Tarîkat müessesesinin himmetiyledir ki kısa heceyle uzun heceyi kaynaştıran Anadolu Türkçesi, komşu milletlerle temas yüzünden renkli ve âhenkli bir dil olarak inkişâfına devam etmiş ve etnografik bir madde olmaktan kurtulmuştur.


Sultan II. Abdülhamid: “Hânedânımız içinde câhil, lâubâlî ve yarım akıllılar çıkmışsa da, vatan hâini asla görülmemiştir” demek sûretiyle bir gerçeği ifâde eylemiştir.

Sultan V. Mehmet Reşad da hemen bütün Osmanlı pâdişahları gibi şark kültürü an’anesinden hissesini almış, son derece vatanperver, hamiyetli ve îmanlı bir kimse idi.

Pâdişahların Cuma namazını câmide kılışlarına “Selâmlık Resm-î Âlîsi” denirdi ki Sultan Reşad’ın da böyle bir merâsim sonunda dışarı çıktığı sırada pâdişaha yaklaşan Enver Paşa’nın, Türkiye’yi ziyâret etmek üzere gelecek olan Îran şâhı ile pâdişah arasında tercümanlık vazîfesini kendisinin yapmasına müsaade etmesini ricâ etmesi üzerine, Sultan Reşad: “İki Müslüman devlet reisinin tercüman aracılığı ile konuşmalarının ayıp” olduğunu söyleyerek bu teklîfi reddetmiş ve: “Ben derdimi Farsça anlatırım, o da zâten biraz Türkçe bilir.” cevâbını vermiştir.(2) Çünkü pâdişah, hem şark edebiyâtına âşinâ hem de gâyet düzgün Farsça konuşabilmekte idi.

Gene Polis Müdürü Ahmed Bey’den dinlediğim o devre âit bir başka hâtıra da şudur: Selâmlık Resmi tamamlanıp pâdişâhın câmiden çıkışında, Enver Paşa, sultanın yanına iyice yaklaşarak, kuklalaştırdıkları bu temiz adamın kulağına Mekke Emîri Hüseyin’in isyan edip istiklâlini ilân ettiğini haber verdiği zaman gözlerinden yaşlar boşanan pâdişah: “Bu işler sizin idâresizliğinizden oluyor. Haydi şimdi temizleyin bakalım!” diyerek arabasına doğru yürümüştür.


1983 yaz mevsiminde Münevver Ayaşlı Hanım’ın yalısında çaya dâvetli idik. Misâfirler arasında Sultan Reşad’ın torunu Mukbile Sultan da vardı. Sıcak çay semâverini tutamayan Münevver Hanım’a: “Bu işi bana bırakın, ellerim nasırlıdır yanmaz” demiş ve dediği gibi de yaparak çayları boşaltmıştı. Bir ara da söz arasında Sultan: “Benim büyük babam fakir pâdişahtı” diyerek bir gerçeği dile getirmiş bulunuyordu.


Trablusgarp ve Balkan Savaşı ile Cihan Harbi’nin tâlihsiz pâdişâhı, Sultan Mehmet Reşad, şehzâdesi Ziyâeddin Efendi’nin doğumu müjdesini aldığı zaman sevineceği yerde: “Memleketin başına bir masraf kapısı daha açılması hoş değil…” diyecek kadar devlete yük olmaktan üzüntü duyan böyle bir hükümdârın hamiyetine nasıl saygı duyulmaz.


Gene aradan seneler geçti. Artık on yaşlarında idim Şehzâde Ziyâeddin Efendi ise, yirmi küsur yaşlarında olmalı idi. Bu, kumral ve çok güzel delikanlı, sarı döşemeli arabası içinde zaman zaman Şehzâdebaşı’nda dolaşırdı.

Bu seyranların üstünden de gene seneler ve seneler geçti. Cilvelerle dolu târih Osmanlı hânedânını Türkiye hudutları dışına çıkarmış bulunuyordu.

Rivâyete göre, genç yaşında memleketinden ayrılan şehzâde, vatan hasreti yüzünden bir yabancı vapura ateşçi olarak girmek sûretiyle İstanbul limanına gelip memleketini seyrettikten sonra gene aynı vapurla geri döndüğü söylentileri uzun bir zaman ortalıkta dolaşmış ise de bu rivâyetin doğruluğu hakkında bir kanâat sahibi olduğumu söyleyemem.

(*)Sâmiha AYVERDİ, Bağ Bozumu

1 Ne İdik Ne Olduk, (İst. 1985) adlı eserin 34. Sâhifesinde Pâdişahın Kılıç Kuşanma Merasimi adlı yazımızda bu hâtıradan bahsedilmiştir.

2 Bu hâtırayı, Osmanlı pâdişâhının yanında bulunan Polis Müdürü Ahmed Bey’den dinlemiştim. Ahmed Bey, Büyük Elçi Erdem Erner Bey’in babasıdır..

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Rıza Tekin UĞURELhttps://www.dertlidolap.com
..1987 yılında kurulan Kütahya Aydınlar Ocağı Derne­ği başkanlığını uzun yıllar yürüten Uğurel, hâlen (KÜMAKSAD) Kütahya Mevlânâ Araştırma Kültür San'at Derneği'nin de başkanı olarak mûsikî, kültür ve san'at faaliyetlerini sürdürmektedir.
Benzer Yazılar
- Advertisment -

Popüler Yazılar

error: Muhtevâ korumalıdır!