Âkif’in gözünde tek cemaat, İslâm cemaati idi.
İslâm âlemi olmasa, O’nun dünyâya gelişinin sebebi olmayacaktı.
Allah yolcusu olan ve rehberi Hazret-i Muhammed olan bir büyük kervanın varlığında, kendini kaybetmek sevdâsında idi. Dünyâya bu sevdânın rüyâsı içinde gözlerini açmıştı. Lâkin devirler, hâdiseler O’nu şaşırttı.
Cemaat O’nun romantik hayâlini yerden yere çarptı.
Rabb’inin hicrânında yalnız olduğunu bildikten sonra, bir de cemaatin ruhsuzluğu karşısında bunalan kalbinin yalnızlığını duydu; bunu nefretle hıçkırdı:
Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş!
(…..) Yakın târihimizde bu vatan topraklarında birçok şöhretler dolaştı. Yüksek ünvanlar, devletli başlar, zorlu pençeler millet çocuklarının hâfızasına hörmet duygularıyla sindirildi.
Yaşarlarken elleri aşındıran alkışların çevrildiği saltanatlar hâfızaları hâlâ kemiriyor.
Zamanında hakkıyla anlaşılmayan yalnız biri var ki bugün kalplerin sultanıdır.
Bütün varlığını şiirle dile getiren Âkif, bizi bu dünyâda iken büyük mahkemenin huzûra yükselten mürşîdidir; büyük kurtarıcımızdır.
Hattab’ın oğlu Ömer’in yirminci asırda yaşayan müridi, onun gibi haşin mizaçlı, sert yürüyüşlü, zulme tahammülsüz, riyâ karşısında şiddet taşıran bir îman ve isyan heykelidir.
O’nun yedi ciltlik Safahat’ı, bir volkanı andıran iç hayâtının mâcerasıdır; ruh dünyâsının, cemaatin acılarından başlayıp ilâhî denemede nihâyetlenen dramıdır; bir kelime ile bir büyük rûhun romanıdır.
(…..) Büyük adamların başka bir vasfı da münzevî oluşlarıdır.
Onlar, kalabalığın içinde yalnız yaşarlar. Şehirlerin insan yığını,onlar için hoşça seyredilen bir manzaradır. İç hayatlarında yalnızdırlar. İlham perisi, yalnız yaşayan ruhların ziyâretçisidir; onların dostudur.
(……) Âkif’in inzivâsı halk içinde idi. O,cemaatin içinde çilesini doldurdu. Sonra bu cemaatten O’na ne kaldı?
Her parçasını birine, “Dostum” veya “Kardeşim” diyerek veyâhut bütün samîmiyetle isimlendirerek ithaf ettiği eserini, bu kardeşleriyle dostları didik didik ettiler.
Kimi O’nun inkılâbı anlamadığını, kimi dindarlığındaki hulûsu, ölümünden sonra tenkit ve târiz vesîlesi yaptı. Dostları bakımından en tâlihsiz insan bu adamdı, denilebilir. Bu fânî hayâtı sevdiren ve yaşanmaya değerli yapan insanlardır.
İnsanlardaki samîmiyetsizlik, hayattan usandırır.
Âkif, bu tatminsiz hayat imtihanının sonunda Allah’a kavuşmak ihtirasıyla Yûnus’un ilâhî sıla hasretini terennüm ediyordu:
Bana dünyâda ne yer kaldı, emîn ol, ne de yâr;
Ararım göçmek için başka zemin başka diyar.
Bunalan rûhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder.
Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;
Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün.
Seneler var ki harâb olmadığım gün bilmem;
…….
(……)
İstiklâl mücâdelemizde, hem de matbaasıyle berâber şehir şehir dolaşarak halkı irşad eden, vâz eden, nutuk veren İstiklâl Marşı’nın şâiri, orduda bir nefer gibi yaptığı millî hizmetten ayrıldıktan sonra, semâlarını îman ve sevdâ ile doldurduğu yurdundan uzaklaştı.
Günün birinde meş’um kader, O’nu anlamayan, vatanının bağrında kurulan yabancı kültür müesseselerinde rûhunu kaybetmiş, kolejlerin döküntüsü bir genci, İstiklâl şâirinin vicdânına saldırttı. Kendi sefâletlerine isyan ediyor diye ona “sağır, kör” dedirtti.
(*)Nurettin TOPÇU – MehmetÂkif, 1970