Hakkâklık Sanatı Hakkında Kısa Kısa
Osmanlı İmparatorluğu’nda “Hakkâklık” (Mâden, taş veya tahta üzerine çelik kalemle oyma yapma san’atı), en başta gelen san’atlardan biriydi. Bu meslek mensupları gerek Osmanlı sarayında ve gerekse piyasada çok rağbet ve îtibar görürlerdi.
Hakkâklar iki kısımdı. Bir kısmı akîk, firuze, yeşim ve necef gibi taşları işleyen san’atkârlardı. Bunların, göz nuru dökerek vücuda getirdiği eserler büyük kıymet taşırdı.

İkinci gruptaki kimseler ise mühür kazan san’at erbâdı idi. Mühürler altın, gümüş, pirinç gibi mâdenlere ve bâzen de akîk ve zümrüt gibi kıymetli taşlara hâkkedilirdi. Bugün müzelerimizde hayranlıkla seyrettiğimiz târihî eserler, o san’atkârlardan geriye kalan eşsiz işlerden bâzılarıdır.
İtibarlı ve Güvenilir kişiler Mesleğe Seçilirdi
Millî kültürlerin bir yansıması olan mühür hakkâklığının en önemli yanı, bu işe yönelenlerin toplum içindeki itibarlı ve güvenilir kişilerin vekâlet ve tavsiyeleriyle mesleğe alınmaları idi. Çünkü yapılacak herhangi bir sahtekârlık devleti, kurum ve kuruluşları, şahısları zor durumda bırakabilirdi.
Özellikle Osmanlılar’ın bu konuda gösterdikleri hassasiyet son derece dikkat çekicidir ve bilindiği kadarıyla zaman içinde herhangi bir mühürcülük sahtekârlığına rastlanmamıştır. Mühür hakkâkları lonca teşkilâtında çok önemli bir yere sahiptiler. Mesleğe yeni giren çırakların güvenilirliklerinin yanında çok kabiliyetli olmaları gerekirdi. Mühürler basıldıkları zaman düz okunabilmeleri için malzemenin üzerine ters kazınırdı.

Ustalar ve Çıraklar
Büyük bir ustalık isteyen bu ters yazı kazıma işlemi esasen zor olan mesleği daha da güçleştiriyordu. Çıraklar öncelikle hat sanatını iyi öğrenmek mecburiyetinde idiler. Bu sanatı ya iyi birer hattat olan ustalarından ya da onun önerdiği bir hattattan meşkederek öğrenirlerdi. Hat meşkinden sonra çıraklar ustalarının verdiği alıştırmaları yine onun tesbit ettiği malzeme üzerine kazımaya çalışırlardı.
Hangi ustanın hangi malzeme üzerine hangi karakterde yazı kazıdığı bilinirdi. Bazı ustalar mühürlerini sülüs, bazıları ta‘lik, en ünlüleri ise müşterinin isteğine göre daha değişik hatlarla kazırlardı. Üç taraflı mühürlerin her yüzünde genellikle aynı yazı karakteri kullanılırdı.

Evliya Çelebi, IV. Murad dönemi (1623-1640) mühürcüleri hakkında şu bilgileri vermektedir: “Esnâf-ı hakkâkân: 30 dükkân, 105 neferdir. Pîrleri hakkâk Abdullah Yümnî’dir. Veysel Karanî’nin kemerbestesidir. Bunlar dükkânlarında akîk-i Seylân, fîrûze ve yeşim taşı hakkederler.
Esnâf-ı mührkünân: Pîrleri Hazret-i Osman’dır; 80 nefer ve elli dükkândır. Bunların Murad Han asrındaki ileri gelen üstatları Mahmud Çelebi, Rızâ Çelebi, Ferid Çelebi nam kâmillerdir ki bir mührü yüz kuruştan beş yüz kuruşa kadar yazarlar. Vüzerâ mühürlerini de bunlar kazır. Esnâf-ı mührkünân-ı sîm ve heyâkil:
Bunlar gümüş mühür ve tılsımât kazır başka bir esnaftır. Akîk-i Yemenî’yi kazıyamazlar. Bunların mâbeyinlerinde üstatlar vardır ki ta‘lik, nesih, rik‘a, reyhânî tılsımları yazarlar. Dükkânları on beş, neferleri kırktır. Pîrleri Hazret-i Ukkâşe’dir” (Seyahatnâme, I, 575).

Hakkâklığın itibarlı bir meslek olmasının iki mühim sebebi vardı
Hakkâklığın itibarlı bir meslek olmasının iki önemli sebebi vardır. Birincisi, Osmanlı devlet dairelerinde memurların II. Meşrutiyet’e kadar (23 Temmuz 1908) imza atma yerine mühür basmaları, her türlü belgenin mühürle tasdik edilmesi ve devlet dairelerine başvuran halkın dilekçelerinde mühür kullanmak zorunda olmasıdır.
İkinci sebep, Osmanlı padişahlarının bu sanatı diğer Türk-İslâm sanatları gibi himaye etmeleri ve bazılarının da bununla bizzat uğraşmasıdır. Evliya Çelebi Trabzon şehrinden bahsederken şöyle demektedir:
“Esnâf-ı sanâyi-i meşhûre-i Trabzon: Dünyada Trabzon’un kuyumcuları gibi üstâd-ı kâmil zergeran yoktur. Hatta Selîm-i Evvel burada doğup âlem-i sabâvetinde zernişancılık ilmini tahsil etmiş ve pederleri Bayezid Han ismine Trabzon’da sikke kazımıştır; hakir bu sikkeyi gördüm” (a.g.e., II, 91). II. Mahmud’un da mühür kazıdığı ve bunları el altından sattırıp kazancını yoksullara dağıttığı bilinmektedir.
Osmanlılar’da hakkâklık zaman içinde çok ünlü ustalar yetiştirmiştir. Hattatlar gibi bu ustaların da hayat hikâyeleri bilinmemekte, varlıkları, geride bıraktıkları sanat şaheseri mühürlerin bir yerine sıkıştırdıkları imzalarından öğrenilmektedir.
Yakın bir geçmişe kadar Beyazıt Camii bitişiğindeki eski adı Hakkâklar Çarşısı, şimdiki adı Sahaflar Çarşısı olan yerde toplu halde çalışan hakkâklar, kazıdıkları mühürleri sahiplerine vermeden önce tuttukları bir deftere basarlardı.
Bununla hem kimlere mühür hazırladıkları bilinir, hem de kaybolan mührün yerine yenisi yapılırken eskisine benzememesine dikkat edilerek sahtekârlık önlenmiş olurdu. Bir semtte aynı adı taşıyan iki hakkâkın çalışmasına izin verilmezdi.
Son dönem mühür hakkâkları
Mühür üzerine tarih yazma ve imza atma geleneği Osmanlılar’la başlamıştır; ancak bazı sanatkârlar imza yerine sembolik işaretler kullanmışlar, bazıları da ünlü kişiler ve hanım müşterileri için kazıdıkları mühürlere saygılarından dolayı imza koymamışlardır. Son dönem mühür hakkâklarının en ünlüleri Dânâ, Mecdî, Sâmi, İzzet, Fennî, Fehmî ve özellikle Yümnî’dir.
Hakkâklar, üzerinde çalışacakları malzemeye göre özel kazıyıcı aletler geliştirmişlerdir. Sertlik derecesi az olan altın, gümüş ve sarı gibi madenler için çelik kalemler kullanılırdı.
Usta, ahşap el mengenesine sıkıştırdığı işlenmemiş mührü bir elinde tutar, diğer elindeki çelik kalemle de yazısını hakkederdi. Sertlik derecesi daha fazla olan akik, kan taşı, fîrûze gibi taşlar için elmas kalemler kullanılırdı.
*Yazının son kısmı https://islamansiklopedisi.org.tr/hakkaklik ‘den alınmıştır.