(…Bize ne diyorlar; vicdanlılık istiyorlar. Haydi bakalım Kur’ân ahlâkını hâl et, güzel ahlâklı ol diyorlar. Yapabiliyor muyuz?
Kur’ân ahlâkıyla ahlaklanmak demek; dosdoğru olmak, yalandan suret-i kat’iyede kaçınmak, mü’min kardeşini nefsine tercih etmek, kırmamak kırılmamak, arabozucu değil arabulucu olmak, aslâ dedikodu yapmamak, kötü zandan kaçınmak ve bunlar gibi daha pek çoğunu sayabileceğimiz; Rabbimizin bizde görmek istediği ahlâkî vasıfları hâl edinmektir.
Sâmiha Annemiz de “Kur’ân Ahlâkı Risâlesi”ni bunu uygulamak için yazmadılar mı?
Fakat bunu yapabilmek nefse çok zor gelir, fedakârlık ister.
Zaaflar, nefsin canı gibidir; onlardan vazgeçmek, canından vazgeçmek gibidir. Lâkin, cana erişmek için nice canlar verilmesi bu yolun kaanunudur. Koca Fuzûlî:
“…fakat işe bak ki sana erişince câna erişmiş oldum” diyor. Nefsin canı mesabesindeki zaafları O’nun yolunda fedâ etmeden O Cânâna erişilmez. Fedâ edince de hayât-ı câvidâna, ebedî hayâta ulaşılır.
Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle buyuruyorlar:
“Ruh cesede girdiği vakitte ruhlar âlemindeki makamından ayrılmaz. Merkezinden ayrılmayan gizli bir şua gibi vücuda bağlanmıştır. Esâsen ceset kalıbıyla, ruhu; Allâh’ın rızâsı olduğu ahlâkı kazanmak, yaradılışının mânâsına ermek için kurmuştur. Bu ahlâkı kazanıp onunla yükselir, yahut hayvânî ahlâkı iktisap eder; bu ahlâkla kazâ zindanında kalır, ulvî âlemine ulaşamaz.”
Talebimiz, kazâ zindanında kalmak değil, güzel ahlâkla yükselip, yaradılışın mânâsına ermek olduğuna göre, bu zorluğu seçmeğe mecburuz. Yoksa dışarıda, yarı yolda, esfel-i sâfilînde kalırız.
Büyük bir gayret ve şevkle güzel ahlâkı yaşamak yükümlülüğümüzü yerine getirmeliyiz. Gâyemiz bu olmalı ve kendimizi bu prensipler, günlük hâdiseler şeklinde karşımıza çıktığında ölçümüzü şaşırmayacak seviyeye getirmeliyiz.
İki arı gökyüzünde burun buruna gelmişler. Birisi, öbürünü arı beyine şikâyet etmiş. Demiş ki: “Yolumu kesiyor, uçamıyorum.”
Arı Beyi de:” Allah Allah! Koca gökyüzü ikinize dar mı geldi? Seviyeni yükselt!” demiş ve seviyesini yükselten arı, iyi yola açılmış, uçup nehrine varmış.
Tasavvufu, “Kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemek” gibi çok veciz bir üslûpla târif eden Mürşit sözüne kulak verirsek, bunun tatbîkinin ancak seviyemizi yükseltmekle mümkün olduğunu görürüz.
Her varlığı Allah’ın birer isminin, esmâsının zuhûru olduğunu bilecek seviyeye gelen kimse, nasıl olur da incinir? İncinirse Hak’dan incineceğini, incitirse Hakk’ı inciteceğini bilen kimse, dâimâ seviyesinin gerektirdiği edep üzerine olacak… Kırmayacak, kırılmayacak; kendi ile ve âlemle dost olacaktır. Burada bir hâtıramı nakletmek istiyorum:
Bizim evimizde Nergis Bacı isminde bir Habeş Bacı vardı. Bir gün yanımızda çalışan bir delikanlı ona çok kötü, ters bir muâmele etti ve ben çocuğu azarladım. Ondan sonra -Bunu unutamıyacağım- -Nergis Bacı’ya- dedim: “O câhil, sen onun kusûruna bakma!
Bana, hiç unutamayacağım bir tabîîlik ve sâfiyetle şu cevâbı verdi: “Neden üzüleyim hanımcığım? Benim Allâh’ım var. Alışverişim O’nunla!..”
“Bizim için herkes yoktur. Biz yaptıklarımızı Allah için ve O’nun rızâsını kazanmak için yaparız. Yaptıklarımız hakkında başkalarının ne düşündüğünden korkmayız. Vicdânınız rahat ise, sizin için korku yoktur” mürşit sözünün, câhil fakat ârif biri tarafından uygulanışı ve dile getirilişi karşısında, darısı cümlemizin başına demekten başka bir söz bulamıyorum.)
İlhan AYVERDİ, 7 Temmuz 2001